Düğünlerde düğün sahibinin gelen misafirlere yemek ikram etmesi, hem dinimizde hem de kültürümüzde var olan güzel geleneklerdendir. Bu gelenek, birçok Türk ve Müslüman millet tarafından kültürün bir parçası olarak günümüzde bile yaşatılmaktadır. Her ülkede, hatta her şehir ve bölgede farklı şekillerde sürdürülen bu geleneğin Anadolu’daki en güzel örneklerinden biri ise hiç şüphesiz Konya Düğün Pilavı’dır.
Öyle "pilav" deyip de geçmemek gerek. Yemeğin genel adı pilav olsa da, pilavın üzerine eklenen etli kavurma, yanında sunulan yoğurt çorbası ve Konya’nın meşhur bamya çorbası bu menüyü tamamlar. Bunlara ek olarak, tatlı olarak irmik helvası ve pirinçten yapılan zerde tatlısı da masanın olmazsa olmazlarındandır. Zamanında Selçuklu saray yemeği olarak bilinen bu yemek, günümüzde Konya düğünlerinin vazgeçilmezleri arasındadır.
Konya Düğün Pilavı, yuvarlak masalara 9 veya 10 kişilik gruplar hâlinde oturularak yenir. Herkes, elinde bir kaşıkla beklemeye başlar. İlk olarak ortaya kase hâlinde yoğurt çorbası getirilir ve herkes aynı kaptan kaşıklamaya başlar. Yoğurt çorbası bittikten sonra sırasıyla etli pilav, bamya çorbası ve yeniden etli pilav servis edilir. Tüm bunların belirli bir sıralaması ve usulü vardır. En sonunda yemekler sünnetlenince dua okunarak masadan kalkılır.
Bu süreci yöneten kişi ise çoğu zaman masadaki en yaşlı kişidir. Masada bulunanlar birbirini tanımasa bile, o kişi oturur oturmaz ağırlığını hissettirir ve tüm masa, adeta bir komutan edasıyla ona tabi olur. Yemekler gelince o başlamadan kimse kaşığını kaldırmaz. O kişi de görevini hakkıyla yerine getirir; yemeklerin sünnetlenmesine, israf edilmemesine dikkat eder, eksikleri tamamlar ve en sonunda duasını yaptırarak sofrayı kaldırır.
Masadakiler belki de bir daha birbirlerini hiç görmeyeceklerdir, ancak yemek sırasında adeta bir askeri disiplin içinde o komutana tabi olurlar. Bunu ilk kez gördüğümde çok şaşırmıştım. Kültürümüzde aile içinde bu tür bir hiyerarşiye alışkınız, ancak dışarıda, hele hele birbirini tanımayan insanlar arasında bu düzenin devam etmesi beni gerçekten çok etkilemişti.
Bunu görünce aklıma Kore Savaşı’ndaki Türk esirlerinin durumu geldi. Kore Savaşı sırasında, BM ordusunda görev yapan birçok ülkeden asker, Çin ve Kuzey Kore ordusuna esir düşmüştü. Zorlu esaret hayatı ve gıda eksikliği sebebiyle farklı milletlerden birçok asker hayatını kaybederken, Türk esirler ise bir kişi bile kaybetmeden, tamamı geri dönmeyi başardı. Bunun sebebi, askerlerin Türk kültürüne olan bağlılıklarıydı.
Zira esirlere tek tip kıyafet giydirilse de, Türk esirlerinin rütbece büyük olanının esaret hayatında bile komutanlık görevini sürdürdüğü ve diğerlerinin ona tabi olduğu görülüyordu. Yaralı veya hasta olan esirlere, komutanın emriyle diğerleri yardım ediyordu. En önemli mesele ise yemek paylaşımıydı; ortaya yemek geldiğinde kimse ona el uzatmaz, komutan bir baba edasıyla yemeği herkese eşit şekilde dağıttıktan sonra, en sonunda kendisi aynı ölçüde payını yerdi.
Fakat diğer ülkelerin esirlerine bakıldığında, güçlü olanın zayıfı ezdiği, kimsenin kimseye yardım etmediği ve yemek geldiğinde güçlülerin zayıfların payını da yediği görülüyordu. Bu düzen, düşman askerlerinin de dikkatini çekmiş olacak ki, Türk esirlerinin komutanını hapsederek bu birlik ruhunu bozmak istediler. Ancak ertesi gün, rütbece daha düşük olan bir başka asker komutayı devraldı. Onu da hapsedince, bu kez ondan daha düşük rütbeli biri liderliği üstlendi. Sonunda düşmanlar pes etti. Böylece, beş bin kişilik BM ordusunun esirleri içinde, sadece Türkler tam sayı olarak geri dönebildi.
Şimdi belki böyle bir savaş içinde değiliz, ancak bu örnekler, asırlarca tarih süzgecinden geçerek oluşturulan geleneklerimizin ne kadar önemli olduğunun birer ispatıdır. Geleneklerimizi yaşamak ve yaşatmak dileğiyle…