Bir topluluk düşünün ki bir kısmı Kazakistan'da, bir kısmı Azerbaycan'da, bir kısmı Rusya'da, bir kısmı Kırgızistan'da, bir kısmı Türkiye'de, bir kısmı Özbekistan'da, bir kısmı Amerika'da, bir kısmı Ukrayna'da yaşasın. Ya da kendinizi onların yerine koyarak düşünün: Amcanız Kazakistan’da, halanız Azerbaycan’da, dayınız Özbekistan’da, teyzeniz ise Rusya’da olsun. Siz ise Türkiye’de yaşıyorsunuz. Annenizin Kazakistan’da, babanızın Azerbaycan’da büyüdüğünü hayal edin. Nesiller boyu böyle bir ayrılığın sürmesi nasıl garip olurdu değil mi? Ancak burada bir gariplikten çok, büyük bir acının ve trajedinin izleri yatıyor. Dünyada bu acıyı yaşayan ve 80 yıldır sürgünleri devam eden bir topluluk var: Ahıska Türkleri.
Sürgün meselesine geçmeden önce Ahıska’yı ve Ahıska Türklerini tanıyalım. Ahıska bölgesi, günümüz Gürcistan sınırları içinde, bir ucu Ardahan'a uzanan bir bölgedir. Dede Korkut destanında "ak kale" anlamına gelen "Ak Sıka" şeklinde anılmaktadır. Hatta bazı araştırmacılar, “Sıka” sözcüğünün Saka Türklerinden geldiğini düşünmektedir.
Ahıska Türklerinin kökeni, Kıpçak Türklerine dayanmaktadır. Gürcü Krallığı’nın daveti üzerine, bölgeyi düşmanlara karşı korumak amacıyla buraya gelen Kıpçak Türkleri, daha sonra Gürcülerle ters düşerek Kıpçak Atabegler Devleti’ni kurdu. 1578 yılına gelindiğinde ise Ahıska Türklerinin ataları olan Kıpçak Atabegleri, Osmanlı Devleti’ne katıldı.
1828 yılına kadar Osmanlı Devleti içinde Çıldır Eyaleti’ne bağlı olan Ahıska’nın kaderi, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ile değişmeye başladı. 1829 yılında yapılan Edirne Antlaşması ile bölge, Rus Çarlığı’na bırakılmak zorunda kaldı.
1918’de kısa bir süre Osmanlı yönetimine katılan Ahıska, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesiyle Gürcü ve Ermeni saldırılarına maruz kaldı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sonunda Kafkaslardan çekilmesi, Ahıska Türkleri için yeniden tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu. Bu durumu fark eden Ahıska Türkleri, bölgeyi düşmanlardan korumak için Ömer Faruk Numanzade başkanlığında Ahıska Geçici Hükümeti’ni kursalar da bu hükümet çok geçmeden düşmanlar tarafından işgal edildi. Ardından Rusya ve Türkiye arasında yapılan antlaşmalarla Ardahan Türkiye’ye bırakılırken Ahıska, Bolşevik Rusya’nın sınırları içine alındı. Ancak tüm bu olaylar, ileride yaşayacakları büyük felaketin yanında çok küçük kalacaktı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, Sovyetler Birliği, Karadeniz’i ve sınırlarını Türklerden temizlemek için harekete geçti. İlk olarak “cephedeki çocuklarınıza yardım taşıyacağız” bahanesiyle Ahıska Türklerine demir yolu yaptıran Sovyet rejimi, yol tamamlanınca hain planını devreye soktu. Sovyetlere ihanetle suçlanan Ahıska Türkleri, Stalin’in emriyle hayvan vagonlarına tıka basa doldurularak trenle Sibirya ve Türkistan bozkırlarına sürgün edildiler. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden herkes vagonlara dolduruldu. Bir kısmı, daha yolculuk sırasında ağır kış şartları ve açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Tren yolculuğunda ölenler, bir mezara dahi kavuşamadı; çünkü uzun aralıklarla durdurulan vagonlardan cesetler dışarı atılarak yolculuğa devam ediliyordu. Yanındaki erkeklerin önünde ihtiyacını karşılamaktan utanan bazı kadınların çatlayarak öldüğü söylenir. Yine, hamile kadınların doğum seslerinin duyulmaması için kadınlar el çırpıyordu.
Bir aydan fazla süren bu zorlu tren yolculuğu sona erdiğinde ise çile henüz bitmemişti. Gittikleri yerlerde Sovyetlerin propagandaları ile yerel halk, Ahıskalıları "hain" bilmiş ve ilk başta onları soğuk karşılamıştı. Stalin’in ölümünden sonra Ahıskalıların masum olduğu anlaşılınca zulüm bir nebze hafifledi, fakat verilen tüm mücadelelere rağmen Ahıska Türklerinin hakları iade edilmedi ve aradan 80 yıl geçmesine rağmen Ahıska Türkleri hala kendi vatanlarına dönemediler. Gürcistan hükümeti her ne kadar AB karşısında Ahıska Türklerinin yurtlarına geri dönmesi için taahhütlerde alsa da günümüze kadar çeşitli ayak oyunlarıyla bunu engellediler.
Yazıyı, Ahıska Türklerinin 1829 yılında Osmanlı’dan koparılırken söyledikleri bir ağıt ile bitiriyorum:
“Ahıska gül idi gitti,
Bir ehli dil idi gitti,
Söyleyin Sultan Mahmud’a,
İstanbul kilidi gitti.”