Yazar hakkında bilgi henüz girilmedi.
Gazete köşelerinde genellikle gündemin konuları yazılır, gündem çevresinde dolaşılır. Kalem erbabı masasına oturduğunda ortama bir göz gezdirir; memlekette neler oluyor, dünyada neler oluyor, neler konuşuluyor ona göre yazısını yazar. Bugünlerde Korona’dan başka bir gündemimiz yok! Memlekette de dünyada da başka bir konu yok. İdlip’te ne olup bitmekte, askerlerimiz ne halde, Avrupa’ya doğru yola çıkıp da Helen Medeniyeti’nin “çağdaş çehresi” ile karşılaşan göçmenler ne oldu? Hepsi arka plana atıldı. Haber bültenlerinin, açık oturumların, reklamların yegâne konusu Korona. Her gün, her saat, herkes canla başla anlatıyor. Elbette vatandaşın da yegâne konusu. Arada yalan yanlış bilgiler de dolanıyor. Sosyal medyada fıkralar, nükteler hep Korona üzerine. İnsanın espri kabiliyeti zor zamanlarda artıyor. Bu, zor zamanlara tahammül etmemizi kolaylaştıran zihnin bir çeşit savunma mekanizması. Hepimizin tebessüme ihtiyacı var. Bu yazıyı memleketimde, baba ocağında yazıyorum. Şehrimizde -bütün öteki şehirlerde de öyledir- arabasının radyosunu, teybini sonuna kadar açarak, gürültülü bir müzikle hatta akşamın geç saatlerinde bile ana caddelerde gazlayan sürücüler olur. Onlara ne kadar kızardım?! Şimdi de varlar ama şimdi minnet duyuyorum, içim ısınıyor. Hiç sevmediğim şarkılar bile olsa! Bu kasvetli zamanda moral veriyor.
Korona günlerinde Korona’dan başka yazacak bir şey yok!
Pollyanna’yı bilirsiniz. On iki yaşlarında tatlı bir kız çocuğudur. Eleanor Porter’in yazdığı roman çocuk edebiyatı klasiklerinden sayılır. En azından benim neslimde onun romanını okumadan büyüyen kız çocuğu yok gibidir. Pollyanna her şeye iyi tarafından bakar, iyiye yorar, daima iyimserdir, üstesinden gelemeyeceği durumlar karşısında mutluluk oyunu oynar. Bu yüzden “Pollyannacılık oynamak” deyimi vardır. Pollyanna Korona günlerinde ne diyebilirdi? Belki şunu: “Kendinizi evde izole etmeniz ne güzel! Evinizle ilgilenmek, değişik yemek tarifleri denemek ve okumak için bol bol vaktiniz olacak.”
Pollyannacılık oynayan bir insan olamadım hiç. En iyi ihtimalle, bardağın dolu tarafını da boş tarafını da görürüm! Fakat musibet ve nasihat meselesine de inanırım. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diyen atalara inanırım. Bakıyorum da bu Korona musibeti bize el yıkamayı iyi öğretti. Sabunla el yıkamanın önemi üzerine şimdiye kadar yapılmış o kadar nasihatle kıyaslanmayacak derecede tesirli oldu. Temiz bir millet sayılıp sayılmayacağımız konusunda kesin bir hüküm veremiyorum. Evlere ayakkabı ile girmemek temizliğe ve sağlığa hizmet eden çok güzel bir âdetimiz; öte yandan sokaklardaki, mesire yerlerindeki, parklardaki, dere boylarındaki çöplük manzaraları insanı kara kara düşündürüyor.
Umuyorum ve temenni ediyorum ki, sokakta yürürken pervasızca yere tükürme hatta ve hatta sümkürme alışkanlığında olanlar da bu virüsün hatırına bu berbat, çirkin, ayıp “faaliyetten” vazgeçerler.
Sigara içmeyi de bırakanlar olur mu dersiniz?
Bu musibetin bir an önce, az hasarla çekip gitmesini bekliyor, üzerimize düşenleri yapıyoruz.
Sağlık otoriteleri Covid-19’un 1918-1919’daki İspanyol Gribi’nden bu yana en büyük salgın olduğunu söylüyorlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan kat be kat fazla can alan İspanyol Gribi. Aslında çıkış yeri ABD idi. Öyleyse niye “İspanyol Gribi” dendi? Çünkü diğer devletler Birinci Dünya Savaşı içerisindeydi ve sansür vardı, hastalık ve ona bağlı ölüm haberleri verilmiyordu. İspanya savaşın dışındaydı, bu salgın ve can kayıpları ilk defa oradan duyuldu, adı böylece “İspanyol Gribi” kaldı.
Hüseyin Rahmi Gürpınar Hakka Sığındık romanına bu salgın ile başlar:
“İstanbul’un Hoşkadem taraflarında İspanyol nezlesi yangın gibi hâneden hâneye savletle aile efradından üç dört cana kıymadıkça sönmüyordu. Hastalık zuhûr eden evlerle imkân derecesinde ihtilâttan sakınılması hususunda tabiplerin tavsiyeleri, gazetelerin ihtarları tesirsiz kalıyor, bu nasihatlerin zıddına hareketten mütevellid elim vakalar birbirini takibediyordu……”
Fakat, Korona günlerinde benim aklıma ilk önce Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç romanı geldi.
Yazar bu romanına da o günlerin bir “vakası” ile başlar. Halley kuyruklu yıldızı dünyaya yaklaşmaktadır. İlk sayfalarda İstanbullu hanımlar arasında pencereden pencereye yapılan bir sohbet vardır, tadına doyulmaz. (O zamanın Whatsapp grupları, sosyal medyası!). Dünyaya kuyruklu yıldız çarpacağını öğrenen Emine Hanım tedbirini söyler:
“Amaan, ben de korkacak bir şey zannettim. Ne kadar telâşçısın kardeş? Çarpacaksa çarpsın, ne var? Kapımı kapar evceğizimde otururum. Bir yere çıkmam. Şimdi karılar ‘Nasıl çarpacakmış, bakalım’ diye sürü sürü seyre giderler. Ee, gitmem, gitmem. İt köpek arasında çiğnenmeye vaktim yok.”
Bu tedbir, kuyruklu yıldız çarpmasına karşı çare değildir elbet (zaten Halley çarpmadı geçti gitti) ama Korona mücadelesinde birebirdir! Evceğizlerimizde oturmak!
Gabriel Garcia Marquez yazmış: Kolera Günlerinde Aşk. Belki seneye bir yazar Korona Günlerinde Aşk diye bir roman yazar.