Yazar hakkında bilgi henüz girilmedi.
Dünya hep böyle miydi? Yoksa çok uğursuz bir dönem mi yaşıyoruz?
Eski devirlerde yazılmış bazı şiirlere bakınca dünya belki de hep böyleymiş diyorum. Daha on üçüncü yüzyılda Yunus Emre “İşidin ey ulular, âhir zaman olısar” diye başlayıp zamanından şikâyet eder.
Onaltınca asırda Fuzûli:
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devran bî-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli’ zebûn diye yakınır.
Ondokuzunucu yüzyılda Keçecizâde İzzet Molla:
Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehi gülsitân harâb diye vahlanır.
Acaba dertlendikleri neydi? Âşık mâşuk ilişkileri mi? Parasızlık mı? Dostların kayıtsızlığı mı? Talihlerinin yaver gitmemesi mi? Hastalıklar mı? Hangi dertler onlara bu muhteşem beyitleri yazdırdı?
Bülbülden, gül bahçesinden bahis açmışlar… Şimdilerde bülbülü, gül bahçesini kim hatırlıyor? Gündemimizde ne kadar başka kelimeler, kavramlar, konular var!
Bazen yirmi birinci yüzyıl insanının öncekilerden daha mutsuz olduğunu düşünüyorum. Herhalde dünya hep dert, acı, çile, zulüm doluydu ama iletişim imkânları bu kadar gelişmiş olmadığı için insanlar olan bitenlerin pek azını duyuyordu. Mahallesinde olanı, köyünde olanı. Bizim çocukluğumuzda bile, televizyon öncesi dönemde her şeyden her an haberdâr oluyor muyduk? Hayır!
Her şeyden her an haberdâr olmaktan yorulduk. Haber almanın dayanılmaz bir cazibesi var ama öğrendiği her bilgi insanın sırtına yük bindirir oldu, yüreğini daraltır oldu. Yirmi birinci asır iletişim çağı. İletişim imkânları göz kamaştırıcı fakat aynı zamanda sersemletici. Her yandan her yönden her an görüntülü olarak haber sağanağı altındayız ve dünyada iyi şeyler olmuyor.
Kovid-19 haberlerini saymıyorum bile. Her devirde salgınlar yaşandı. Gerçi bu belâ virüs de üzerimize karabasan gibi çullandı kaldı.
Yunus, Fuzûli, İzzet Molla… Nasıl haberlerle güne başlıyorlar, akşamı ediyorlardı acaba? Haber bültenleri felâket bültenleri miydi? Haber bültenlerinin yetişemediği, eksik bıraktığı boşlukları da sosyal medya iştahla dolduruyor muydu? En hafif haber belediye otobüsünde maske yüzünden çıkan kavgalar mıydı? Babalar önce karısını, çocuğunu öldürüp sonra kendini asıyor muydu? Günaşırı bir kadın cinayeti oluyor muydu? Anneler yeni doğan bebeklerini çöp kutusuna atıp gidiyor muydu? Hekimler, hemşireler darp edilir miydi? Kedilere, köpeklere eziyetten zevk alınır mıydı? İnsanlar rastgele keyif ateşi açar, çocukları öldürürler miydi? Pide siparişi eksik hazırlandığı için, çiğ köfte acılı hazırlandığı için, şeftaliler ezik çıktığı için, yemeğin tuzu az konduğu için, solladığı için, önüne geçtiği için, yan baktığı için, gürültü yaptığı için, kornaya bastığı için bıçaklar çekiliyor muydu? Durmadan bıçaklar, silahlar çekiliyor muydu, yumruklar konuşuyor muydu?
Memleketin ve dünyanın her yerinde ormanların, içindeki canlılarla beraber cayır cayır yandığını seyrederler ve nerede olursa olsun -sonuçta aynı dünyadayız ve gidecek başka gezegen yok- yeşil örtünün yok oluşuna ciğerleri yanar mıydı? Evlerin, dükkânların, apartmanların kabara köpüre gelen sel suyunun önünde sürüklenip gittiğini görürler miydi? Bu evlerin neden dere yatağına inşa edildiğine, yine aynı yere inşa edildiğine, hep aynı yere inşa edildiğine, hiç ders alınmadığına şaşıp kalırlar mıydı? Hemen her gün memleketin ya da dünyanın bir yerinden yangın, sel, kasırga, deprem, bir felâket haberi alırlar mıydı? Dünyada açlıktan ölenlerin bulunduğu biliyorlar mıydı? Açlıktan!
Devletlerin sınırlarını duvarlarla, dikenli tellerle ördüğünü ve o duvarları, telleri aşmak için kimi insanların perperişan yollara döküldüğünü, denizlere döküldüğünü… İnsanların kitleler halinde açlıktan, zulümden, ölümden, korkudan kaçtıklarını ya da kaçamadıklarını…
Yunus Emre “âhir zaman olısar” dedikten sonra “sağ Müslüman seyrektir, ol da güman olısar” der. Yani… “Doğru, sağlam Müslüman bulmak zordur, Müslüman görünenlerin çoğundan da insan şüphe ediyor.” “Müslümanların” pistte kalkışa hazırlanan ABD uçağının önü sıra, yarı sıra deliler gibi, can havliyle koştuklarını hiç gördüler mi? Tekrar tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar… Uçağın tekerlek boşluğuna tutunup kaçmaya çalışırken bilmem kaç metre yüksekten yere çakıldıklarını gördüler mi? Tekrar tekrar, tekrar tekrar… İnsanın yüreğini sıkıştıran, boğazını düğüm düğüm eden bu olayı tişörte basıp 20 dolardan satışa sunanları gördüler mi? Müslümanların üç yüz bin kişilik ordusunun sadece on bir gün dayanacağını bilemediklerini istihfafla söyleyen gayri Müslümanları dinleyip durdular mı? Küçücük çocukların ana babaları tarafından o gayri müslüman askerlere “Al, evlâdımı kurtar” diyerek teslim edilmelerinin insanı ezen ağırlığını hissettiler mi? Müslümanların ellerinde kâfir silahları, kâfir teçhizatı, kâfirlerin zırhlı araçları ile nasıl bir “İslâm emirliği” kuracaklarını kara kara düşündüler mi? Vekâlet savaşları denen kirli senaryolar gereğince patlayan, çoluk çocuk kime denk gelirse parçalayan bombaların gürültüsü, görüntüsü ulaştı mı hânelerine?
Fotoğrafları yan yana basılmış sekiz-dokuz yaşlarında iki oğlan çocuğu için bir kaside kaleme almak akıllarına gelir miydi? Biri Londra’nın temiz, güvenli bir sokağında kırmızı bisikletine binmiş, spor ayakkabıları ayağında, diğeri Kandahar’ın barut kokan, tozlu bir arsasında, yalınayak, top mermisi kovanıyla oynayan… Aynı arsaya bakan yarısı yıkık evlerden birinde başka bir kovanı saksı yapmış, içinde karanfil yetiştiren annenin şiirini…
Bülbül suskunmuş… Gül bahçesi darmadağınıkmış… Hey gidi İzzet Molla! Gül bahçeleri yandı! Bülbülün nasıl öttüğünü bilen mi kaldı?