Kadim Türk toprağı Batı Trakya’daki Türklerin günümüze kadar olan serüveni nasıldır? Bir asrı aşan süreçte Batı Trakya Türkleri ne tür zorluklarla karşılaşmışlardır?
Batı Trakya coğrafyası, Osmanlı’nın Rumeli’ye geçişi ile birlikte en erken Türk hâkimiyetine giren, hatta Türklerin Avrupa’daki ilk başkenti olan bir yer. Özellikle Süleyman Paşa’nın Rumeli’yi fethederken şehit düşmesi sonucunda, onunla birlikte Rumeli fetihlerinde bulunan komutanlar Meriç’i geçerek, daha Edirne fethedilmeden önce Batı Trakya coğrafyasına girdiler ve 1360 tarihinde Dimetoka’yı fethettiler. Dimetoka, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki ilk başkenti olarak da nitelenir. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Lozan görüşmelerinde, Batı Trakya ile ilgili Türk heyeti görüşünü ortaya koyarken, Meriç’in batısındaki -Meriç ile Mesta Karasu nehri ve Rodop dağları ile Ege Denizi arasında bulunan- Batı Trakya coğrafyasında halk oyuna bağlı olarak bir sonuca gidilmesi önerisini yaparken, İsmet Paşa der ki “Bizim Avrupa’daki ilk başkentimiz Dimetoka’dır, yani Batı Trakya coğrafyasıdır.” Dolayısıyla buranın kaderini burada yaşayan insanlara bırakmak lazımdır. Onların hür iradesiyle burası ya Türkiye’ye, ya iradeye bağlı olarak Yunanistan’a ya da kendi bağımsız yaşamlarını sürdürmelerini arzu ederlerse, kendi yönetimlerini bırakmak lazım der. Dolayısıyla bu görüş bile bu coğrafyanın Osmanlı Türklerinin, Oğuz Türklerinin Avrupa coğrafyasındaki ilk tutulma yeri, ilk başkentidir. 1360’ların başından itibaren, Meriç’in batısı Osmanlı hâkimiyetine girer ve Osmanlı Devleti burada tutunmak için bir taraftan dergâhlar tesis ettirir, bir taraftan camiler inşa edilerek bir yerleşme süreci başlar. Anadolu’dan peyderpey buraya insanlar, göçmenler, yörükler aktarılmaya başlanır ki biz bunlara bugün evlad-ı fatihan diyoruz. Onların orada tutulması için şeyhlerin, dervişlerin, evlad-ı fatihan nesillerinin oraya yerleştirilmesi projesi yürütülürken maalesef son iki asır boyunca, 1689’dan 1913’e kadar hep geriye dönüş, göç ve hüzün söz konusudur. Özellikle 1877-78 Osmanlı Rus harbi sonrası -tarihte 93 Harbi olarak bu büyük savaş nitelenir- çok hızlı bir geriye dönüş vardır. Tuna Nehri’nin güneyinde tutunmaya, özellikle Tuna’nın kuzeyinden gelenler ve bugünkü Makedonya coğrafyasında bulunan Müslüman Türkler 2. Abdülhamit döneminde sistemli bir politika neticesinde Batı Trakya coğrafyasına ve Doğu Rumeli hattına yerleştirildiler. Çünkü Meriç’in batısında bir sağlam tampon coğrafya oluşturmak gerekiyordu. Başkent İstanbul’u emniyet altında tutabilmek için mutlaka burada bir sağlam coğrafyanın oluşturulması lazımdı. 1878’den 1913’e kadar geçen süre böyle bir süreci ifade eder ama bu tarihler biliyorsunuz imparatorluğun en zor yıllarıdır. 1912-13’e gelindiğinde Balkan harpleri meydana gelir. Bu Balkan savaşlarının birincisi, Balkan Devletlerinin topyekûn Osmanlı Devleti’ne karşı birleşip -Romanya hariç- Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan ittifak kurup Osmanlı Devleti’ne karşı yürütmüş olduğu bir savaşı ifade eder. 1912’nin 8 Ekim’inde, Karadağ’ın savaş ilan etmesi ile başlayan Balkan Savaşları, 3 Aralık 1912’de Osmanlı Devleti’nin ateşkes ilan etmesi ile durdurulur. Daha sonra üç aylık bir ateşkesin ardından yeniden başlar ve 30 Mayıs 1918’de Midye-Enez Hattı’nın batısındaki bütün Rumeli coğrafyası maalesef Osmanlı Devleti’nin elinden çıkar. Uzun lafın kısası, özetin özeti şudur: beş buçuk asır kalınan bu coğrafyada beş buçuk hafta içerisinde bu ihmaller ve hatalar yüzünden maalesef bir kayıp söz konusudur ve Çatalca’ya kadar Bulgar ordusu ilerlemiştir. Batı Trakya bu savaş sırasında Bulgar işgaline maruz kalmıştır. Tabi ki Osmanlı Devleti 2.Balkan Savaşı yani Balkanlar arası savaştan istifade ederek Meriç’e kadar olan Doğu Trakya topraklarını kurtardıktan sonra Batı Trakya’ya geçmek ister ancak büyük devletlerin müdahalesiyle bu bölgeye Osmanlı Devleti ordusunu gönderemez. Bu sefer Enver Paşa’ya -o dönemde paşa değil tabi ki- Enver Bey, kendisine bağlı Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinden bir müfrezeyi Batı Trakya coğrafyasına göndererek orada halkı örgütler, bir direniş başlatır. Batı Trakya Türkleri tarihte ilk müstakil devlet, cumhuriyet denilebilecek bir siyasi oluşumu meydana getirirler ama çok uzun ömürlü olmaz. Önce muvakkat bir Batı Trakya Türk hükümeti kurulur. Daha sonra kalıcı, müstakil bir Trakya hükümeti ilan edilir. Bunun ordusu, bayrağı, devlet başkanı da vardır ama iki aylık ömrü olmuştur. Batı Trakya Türkleri, cumhuriyetin ilanından on yıl önce, 1913’te bir cumhuriyet meydana getirirler. Coğrafyalarını savunmak için bir Kuvvay-ı Milliye ruhu meydana getirirler ve beş buçuk asır önce atalarının fethetmiş oldukları toprakların, kendilerine ait olduğunu gösterebilmek için evlad-ı fatihan torunları olduklarını ispatlamak adına büyük bir mücadele verdiler fakat dönemin şartları gereği, uluslararası konjonktür gereği 1913’te ilan edilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni uzun ömürlü yapamamışlardır. İşte bu tarihten sonra Batı Trakya, Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’da imzalamış olduğu İstanbul Antlaşması gereği Bulgaristan’a bırakılır ve Batı Trakya Türkleri de Bulgaristan idaresinde kalırlar. 1913 ile 1919 arasındaki 6 yıl boyunca Batı Trakya, Bulgaristan idaresi altındadır. 1.Dünya Savaşı’nda Bulgaristan, Osmanlı Devleti’nin müttefikidir ancak savaşı İtilaf Devletleri kazanınca ilk savaş dışı bırakılan ülke Bulgaristan olmuştur. Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi ile birlikte Bulgaristan’ın elinde kalan Batı Trakya coğrafyası onun elinden alınır ve Fransa’nın kontrolüne geçici olarak bırakılır. Gerek 1915’te gerekse 1918’de yine Batı Trakya Türkleri önce Tevfik Bey başkanlığında iki kez daha bağımsız devlet kurma teşebbüsünde bulunurlar ama bunlar uzun süreli olmaz. Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu coğrafyası işgale maruz kalmıştır ve buna karşı Türk milleti Anadolu’da büyük bir direnişi örgütler. Kuvvay-ı Milliye ruhu yeniden canlanır ve Misak-ı Milli ilkesi benimsenir. Misak-ı Millînin içerisinde, yani Türk milletinin ulusal Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu olan Misak-ı Millînin içerisindeki 6 maddelik manifestodur. Bunun üçüncü maddesi Batı Trakya ile alakalıdır. Der ki Misak-ı Millînin üçüncü maddesi: “Geleceği Türkiye ile yapılacak olan barışa bırakılan Batı Trakya’da halkoyuna müracaat edilmelidir.” Neden halkoyuna müracaat kabul ediliyor? Çünkü 1.Dünya Savaşı’nın sonunda ABD başkanı Wilson, Osmanlı coğrafyası için şöyle bir incelemede bulunur. Der ki: “Kim nerede çoğunluktaysa orada çoğunlukta olan kendi kaderini kendi tayin edecek.” Batı Trakya halkının yüzde yetmişi, toprak mülkiyetinde ise yüzde seksen dördü Türklere aittir, yani ezici bir çoğunluğu vardır. Mudanya Mütarekesi ile Doğu Trakya işgalden kurtarılır. Türkiye, 20 Kasım 1922’de Lozan’da başlayan konferansa giderken, Batı Trakya için Misak-ı Milli maddesini uygulayacağını ilke olarak benimser. Tüm uluslararası camiaya ve masa başındaki muhataplarımıza, Batı Trakya’nın kaderiyle ilgili olarak halkoyuna gidilmesi ve orada yaşayan insanların özgürce verecek oldukları karara bağlı olarak o coğrafyanın kaderinin belirlenmesi bizim temel tezimizdir. Ancak İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve İngiliz temsilcisi başta olmak üzere Yunan delegasyonu başkanı, Sırp, Hırvat, Sloven temsilcileri ve Romen temsilcileri bu projeye karşı koyarlar ve sonuçta 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalanınca Batı Trakya ile ilgili olarak, Batı Trakya Türkleri İstanbul’daki Rumlarla -yerlerinde kalma şartıyla- Türkiye’deki bütün Rum Ortodoks dinine mensup olanların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslümanların Türkiye’ye göç etmesi şeklinde bir mübadele anlaşması yapılır. Türk Devleti’nin sınırları dışında haklarını garanti altında bırakarak, uluslararası bir antlaşmayla dışarıda bırakmış olduğu tek azınlık Batı Trakya Türkleridir ve Lozan Barış Antlaşması’nın otuz yedi ila kırk beşinci maddeleri, azınlıkların korunmasına yöneliktir. Lozan sonrasında Yunan yönetimi, genellikle Batı Trakya’ya yönelik sistemli bir, gerek asimilasyon gerekse göçe teşvik etme ve Anadolu’dan gelen Rumları bu coğrafya yerleştirerek Türklerin elindeki mülkiyet üstünlüğünü ve nüfus üstünlüğünü tersine çevirme projelerini uygular. Yani mübadele ile Doğu Karadeniz bölgesinden ya da Anadolu’nun muhtelif yerlerinden götürülen durumlar, aslında Batı Trakya’ya yerleştirilmemesi gerekirken sistemli olarak önemli bir kısmı buraya yerleştirilerek -özellikle Anadolu’da çetecilik yapan Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Pontusçu Rumlar- Batı Trakya bölgesine yerleştirilerek Türklerin üzerinde büyük bir tahrip başlatılır. 1923 sonrası, Batı Trakya Türklerinin önünde iki seçenek kalıyor. Ya azınlık hukukunu benimseyerek Yunan uyruğunda bir azınlık olarak yaşamayı tercih etmek ya da göçe yönelmek. Batı Trakya Türkleri bu iki seçenek arasında kalırlar. Türk hükümeti göçe sıcak bakmaz. Çünkü mümkün olduğu kadar Batı Trakya Türklerini, uluslararası hukuk garantörlüğünde, yerinde tutmak Türkiye’nin asli bir görevidir. 1927’den itibaren Batı Trakya Türkleri, Yunanistan uyruğunda, azınlık statüsünde kimliklerini ayakta tutmak için önemli bir sivil toplum örgütlenmesi içerisine girerler ve ilk örgütlenmelerini 1927 yılında İskeçe’de, Türk Birliği’ni kurarlar. 1928’de Gümülcine, Türk Gençler Birliği kurulur. 1934-35’lerde Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği kurulur. Dolayısıyla Batı Trakya Türk azınlığını diri tutmak, kimliğini ayakta tutmak, hukukunu savunmak ve yaşamlarını uluslararası hukukun garantörlüğünde onurlu bir şekilde sürdürmek için bir yandan sivil toplum kuruluşları diğer taraftan bunların ikili anlaşmalar çerçevesinde, uluslararası hukuk çerçevesinde bir takım faaliyetler yapılmıştır, yapılmaktadır. Türkiye’den yetişen öğretmenlerin bölgeye gönderilmesi ve ders kitaplarını, malzemelerini Batı Trakya’ya gönderilmesi şeklinde, Batı Trakya Türk azınlığının eğitim, kültür ihtiyaçlarını karşılamak için Türk hükümetleri büyük destek olurlar. Batı Trakya Türkleri 1923’ten 1946ya kadar böyle bir dönemi yaşarlar. Diyeceksiniz ki 1946’da ne oldu? 1946-49 arası Yunanistan’ın olduğu kadar Batı Trakya Türklerinin de zor yıllarıdır. Bu üç yıl içerisinde Yunanistan bir iç savaş yaşamıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Yunanistan bir iç savaşa düşer. Bu iç savaşta General Markos liderliğindeki komünist cepheler, Yunanistan’ın kuzeyinde teftiş faaliyetleri yürütürler ve Yunanistan’ı tıpkı Bulgaristan ve Romanya’da olduğu gibi Sovyetlerin desteği ile komünist çemberin içerisine dahil etmeye çalışırlar. İşte bu üç yıl içerisinde Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Batı Trakya Türkleri de, gündüz hükümet kuvvetlerinin gece General Markos’a bağlı komünist çetelerin baskısı altındadır. Batı Trakya Türkleri görmüş oldukları en büyük zulmü 1946-49 yılları arasında çekmiştir. O yıllarda Türkiye’ye büyük göçler olmuştur ve peyderpey Batı Trakya Türklerinin nüfusu azalmaya başlamıştır. Ama Türk hükümetinin Batı Trakya Türklerini yerlerinde tutmak için genel bir stratejisi ve milli politikası vardır. Bu çerçevede 1951 yılında Türkiye ile Yunanistan’ın da artık NATO’ya girme süreci işlerken, Türk-Yunan ilişkilerinin iyi seyrettiği dönemde Celal Bayar, Yunanistan’ı ziyaret eder. Batı Trakya’ya gider ve Gümülcine’de onun anısına yapılan Celal Bayar Lisesi’ni açar. Ortaokul, ilkokul köylerde ve kasabalarda zaten mevcuttur. Artık lise düzeyinde de eğitim yapabilecek, Türk Dilinde eğitim yapacak ama Yunancanın da geçerli olacağı ve Batı Trakya Türklerinin eğitim ve kültür ihtiyaçlarını giderici önemli çalışmalar yürütülür. Fakat 1954 yılında Kıbrıs meselesinin Türk-Yunan ilişkilerinde artık en önemli mesele haline gelmesi ile birlikte, Türk-Yunan ilişkileri gerilir ve Batı Trakya Türkleri de doğal olarak bu süreçten etkilenir. Azınlık hakları ihlal edilmeye başlanır ve 1928 yılında Türkiye’de Latin harflerine geçiş olmuştur. Türkiye ile kültürel bağın zayıflaması için eski harflerin devamından yana sistemli bir politika izlenir. Türk-Yunan ilişkilerinin iyi seyrettiği dönemde Batı Trakya Türkleri nispeten daha rahattır ama gerilimin tırmandığı dönemlerde bu doğal olarak onların aleyhinde bir durum oluşmasına zemin hazırlamaktaydı. Nitekim tarihler 1967 gösterdiğinde Yunanistan’da bir albaylar cuntası iktidarı ele geçirir ve Yunanistan’da askeri bir rejim kurulur. Bu askeri rejim döneminde Batı Trakya Türklerinin elindeki topraklarda üniversite kuracağız, kamu binaları yapacağız diyerek Türklerin elinden zorla alınmaya, kamulaştırma çalışmalarıyla mülkiyetin şekli dönüştürülmeye çalışılırken bir yandan az önce ifade ettiğim gibi İskeçe Türk Birliği, Gümülcine Türk Gençler Birliği, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi tabelası Türkçe olan, tabelasında Türk ifadesi olan ibareler yasaklanmaya başlanır. Yani Batı Trakya Türklerine bu albaylar cuntasının egemen olduğu 7 yıllık süre zarfında siz Türk değilsiniz, siz Batı Trakya’da Osmanlı hâkimiyeti döneminde zorla Müslümanlaştırılmış Helen kökenli insanlarsınız telkini yapılarak onların kimliklerine yönelik sistematik bir saldırı başlar. Şehirli Batı Trakyalılar özellikle Gümülcine’de İskeçe’de bulunan ve kültürel yönden de güçlü olan iktisadi yönden de nispeten daha iyi olan insanlar Batı Trakya’yı terk etmeye başlarlar, Türkiye’ye doğru göçler olur. Bu baskı ve zulüm dönemi 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile sona erer. Çünkü Yunanistan’a demokrasi gelir. 1974’ten itibaren ta ki Yunanistan’ın 1980-81 döneminde Avrupa Birliği’ne girdiği sürece kadar sürer. Yunanistan bir Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi olmasına rağmen 1980’ler Batı Trakyalılar için daha iyi şartlar getirmesi beklenirken hiç de beklenildiği gibi bir netice vermez. Çünkü o tarihler 1980’lerin başı Bulgaristan Türklerinin Todor Jivkov döneminde nasıl baskı altında tutuluyorsa eş zamanlı olarak Papandreu idaresindeki Yunanistan’da da benzer uygulamalara girilir ve Türklerin Türklük bilincinin toplumun geniş kesimlerine yayılmasını sağlayıcı faaliyetleri kısıtlanır, yasaklanır. Türk kelimesinin kullanılmaması, tabelaların indirilmesi uygulamaları başlar. Bu baskı politikaları 1985’ten itibaren artık toplumsal patlamaya dönüşür ve bunun öncülüğünü yapan kişi de rahmetli Dr. Sadık Ahmet’tir.
Halen sürmekte olan baskılar karşısında nasıl bir mücadele verilmektedir? Dr. Sadık Ahmet öncülüğünde verilen mücadelenin mahiyeti ve önemi nedir?
Dr. Sadık Ahmet 1985’ten itibaren Batı Trakya Türklerini uluslararası arenada azınlık hukukuna sahip ve Lozan Anlaşması ile hakları garanti altına alınan milli azınlıklardır diyerek Türk kimliğini uluslararası arenada savunmaya başlar. Batı Trakya Türklerinin lideri Sadık Ahmet 1985-1990 yılları arasında defalarca Türk olduğunu ifade ettiği için ve Batı Trakya Türklerinin bir milli azınlık, olduğunu nitelediği için birkaç kez hapse atılır Batı Trakya Türkleri bu dönemde çok önemli bir çıkış yaparlar. 1989’da ve 1990’da iki defa Yunanistan’da yapılan genel seçimlerde azınlık olarak bağımsız kimlikleriyle Yunan parlamentosuna girme hakkını elde ederler. Sadık Ahmet ile birlikte daha sonra Faik Ahmet ve İsmail Rodoplu gibi isimlerle Türk kimliği ile bağımsız olarak halkın seçtiği temsilciler olarak Yunan parlamentosuna girip haklarını savunmaya çalıştılar. Bu Yunan hükümetlerini ciddi rahatsız eder ve sonuç olarak Yunan parlamentosu 1993’te bir karar alır; Yunanistan’da bağımsız milletvekili seçilebilmek için yüzde üç’lük bir oy barajı koyulur. Tabi Batı Trakya Türklerinin nüfusu ve seçmen sayısı bu yüzde üç’ü karşılayacak durumda değildir. Neticede Sadık Ahmet bu tarihten sonra mücadelesini daha örgütlü bir seviyede yürütmeye karar verir ve Dostluk Eşitlik Barış Partisi isimli bir partiyi 1993 yılında kurar ve belediye seçimlerine bu parti üzerinden girilir. Bu tarihten itibaren artık yüzde üç barajı yasası yürürlükte olduğu için o tarihten itibaren Yunan parlamentosunda Batı Trakya Türkleri bağımsız olarak temsil edilmemekte, tekrar eski yöntem olan Yunan partileri içerisinde bu yol denenirken diğer taraftan hak-hukuk mücadelesi, kimlik mücadelesi, mülkiyet mücadelesi Dostluk Eşitlik Barış Partisi’nin kimliği altında yürütülmeye çalışılır. Burada önemli husus şudur: Yunan hükümetleri sistemli olarak Batı Trakya Türklerini özellikle Türkiye’den kopartmak ve kendi kontrolünde tutmak için müftülükler üzerinden baskı altında tutar. Yunanistan’da şu an iki tür müftülük vardır. Biri azınlık tarafından seçilen meşruiyeti yüksek olan müftüler diğer tarafta Yunan hükümetinin atamış olduğu müftüler. Yani bir müftülük meselesi vardır. Oradaki azınlıkların dini liderleri müftülerdir. Türkiye’deki Ortodoksların Fener Patrikhanesi ne ise Batı Trakya Türkleri için de müftülükler öyledir ancak müftülerin seçilmesi meselesine Yunan hükümetleri müdahil oldukları için 1985’ten itibaren ciddi bir sorun ortadadır. Halk, seçtiği müftülerin arkasında durmakta, hükümet atamış olduğu müftüleri kabul etmekte ve dolayısıyla gerek nikâh akdinde gerek ekonomik meselelerde yani sosyal meselelerde bir karmaşa sürmektedir. Ciddi bir sorun var o da şu: Batı Trakya Türklerinde ülke dışına çıkanlar eğer üç ay içerisinde geri dönmezlerse bunları vatandaşlıktan çıkarma uygulamaları var. Bunların hepsi özellikle aydın niteliğindeki toplum önderi olabilecek olan insanların halktan kopmasını sağlayan baskıcı yöntemler, uluslararası arenada Yunanistan’ın değişik eleştirilere ve kınamalara maruz kalmasına rağmen bile bile bu uygulamaları sürdürmekte. Halen bu türden baskılar sürmektedir. Nispeten son yıllarda bir gevşeme olsa da kimliği inkâr etme, Türkçe tabelaların yerine asılmama durumu, müftülerin halk tarafından seçilmeme durumu halen devam etmekte. Türkiye’de eğitim görmüş olan üniversite gençlerinin denkliklerini tanımama sorunları gibi sorunlar halen sürmekte ama her şeye rağmen değişik partilerden de olsa Yunan parlamentosunda bugün bile 4 tane azınlık milletvekilini Batı Trakya Türkleri seçip gönderebilme başarısını gösterebilmektedir. Örneğin Dostluk Eşitlik Barış Partisi yani Dr. Sadık Ahmet’in Partisi’nin binasında 1995 yılında trafik kazası süsü verilen tam da Lozan Antlaşması’nın yıldönümünde -şehit edildiği- ölümüne yol açan kazanın meydana geldiği andaki kullandığı arabası parti binasının içinde sergileniyordu fakat bir gece binanın camları kırılarak bu araç kaçırılır ve hala bulunamaz. Bu bile 1995’te Sadık Ahmet’in kaza süsü verilen o hadisede arka planda ne kadar karanlık işlerin döndüğünün bir ispatı olsa gerek. Bir Avrupa Birliği ülkesinde bir toplum liderinin kurmuş olduğu partinin içerisinde trafik kazasında öldüğü arabanın sergilemesine bile bir tahammülün kalmama durumunu uluslararası hukuka ve maşeri vicdana havale etmekten başka söyleyecek bir söz yok.
Özellikle son dönemde Türkçe eğitim ve yine Türkçeye dair istek ve çalışmalara Yunanistan Devleti’nin tavrı nasıldır?
Yunanistan’da ilkokullar ortaokullar vardı ama lise düzeyinde Türkçe eğitim yapan kurumlar 1951 kültür politikası çevresinde geliştirildi ama özellikle bu okullarda yetişen öğrencilerin yetişememe sorunları, Türkiye’den gönderilen kitapların önüne koyulan engeller ve Türkiye’de yetişen öğretmenlerin Yunanistan’daki okullarda görev yapmasına konan engeller orada Türkçe’nin gelişmesinde, bir bilim dili olarak gelişip yaygınlaşmasında engel teşkil etmektedir. Bunu Yunanistan bilerek uyguluyor hala 1950’lerden 60’lardan kalma kitaplarla ve müfredatlarla eğitim yapma zorunluluğu ile insanlar yüz yüze gelebilmekte. Bundan kurtulmak isteyen gençler de tabi ki Türkiye’deki üniversitelerde ve liselerde okumayı tercih ediyorlar. Ağırlıklı olarak kamu görevlerine gelmede Yunan hükümetinin tercih etmiş olduğu diploma ve okul genellikle Selanik Özel Pedagoji Akademisi’nden mezun olanlardır. Bunların da lise nitelikli Türkçe eğitim verme yetersizlikleri olduğu için oradaki Türk azınlıklarının çocuklarının Türk dilinde eğitim yapmalarını, kültürlerini ana dillerinde sürdürmelerini kısmen engellemekte.