Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Dün akşam kitaplıktan bizim İdddianame’yi çektim. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’yla ilgili bir konuda birkaç not alacaktım. Karman çorman, düzensiz hazırlanmış koca kâğıt tomarının içinde hızla göz gezdirerek ilerledim. Bazı yerlere takıldım, sayfa numaralarını not edip işaretler koyarak devam ettim. Yaprakları çevirirken 658. sayfada durakaldım. Benim el yazımla karalanmış o satırları görünce yüreğime ince bir sızı damladı!..
Otuz altı yıl önce yazılmış, yazarken karalayıp çizerek kendime beğendirmeye çalıştığım bu satırları, iç çekişiyle okudum. Üzülmenin yanı sıra bazı düşüncelerin ve soruların saldırısına uğramaktan kurtulamadım.
Olayları hep görünen yanlarıyla konuşuyor, yazıyor ve değerlendiriyoruz. 12 Eylül döneminden söz açılınca; darbenin siyasî sonuçlarını, hukukî boyutlarını, ölen insanları, işkenceleri, doğru ve yanlış yorumları konuşuyoruz. Bildiklerimizi, gördüklerimizi, okuduklarımızı, duyduklarımızı anlatıyoruz. Elbette nice sahte kahramanları, nice uydurma mazlumları, nice öğünme hastalarını da dinliyor, okuyoruz. Gerçeklerin yanında yalan üstüne yalanlar, düzmece 12 Eylül trajedileri, gün geçtikçe dal budak salarak yayılıp gidiyor.
Doğru veya eğri dile getirilenlerin yanı sıra hiç söz edilmeyen, bilenlerin hafızalarında gömülü olan, elbette çok şeyler var. Yüreklerde gizlenmiş derin acılar var. Bize ne kadar yakın olsa da, bazı insanların yaşadığı ama farkında olamadığımız, sezemediğimiz; iç dünyalarda uğuldamış fırtınalar, gönül depremleri var. Suskunluk örtüsünün altında gizlenmiş ama yüreklerde hep yanan ve hiç sönmemiş kor yığınları var. Kısacası, sönen hayaller, kırılan umut fidanları, kuruyan aşk pınarları, solan gönül çiçekleri var…
İşte, 658. sayfaya karalanmış bu satırlar, suskunluğa gömülmüş iki genç yüreğin duyulmayan çığlıklarına tanık olduğum o gün yazılmıştı. Tarih, 12 Ocak 1982’ymiş…
***
Havalandırma alanında keskin ayazda yaptığımız eğitimden sonra koğuşa dönmüştük. Herkes kendine göre bir şeyler yapmaya koyuldu. Kimi okuyor, kimi geziniyor, kimi uzanıp uyumaya hazırlanıyordu. Ranzaların üstünde birkaç kişilik sohbet halkaları oluşmaya başlamıştı. Sekizinci Koğuş, o bildik havasına bürünüyordu.
Bizimki, köşedeki ranzanın alt katında yalnız başına oturmuş, mektup okuyordu. İki gün önce aldığı o mektubu kim bilir kaçıncı okuyuşuydu. İki gündür içine kapanmış, durgun ve üzgündü. Burada böyle ruh dalgalanmaları sık görülürdü. Bu durumda üstüne varmamak, biraz kendi haline bırakmak doğruydu.
Okumayı bitirdi, kâğıdı tutan elini dizine koydu. Gözleri boşluğa saplandı, yüzünde o donuk bulut, öylece dalıp gitti. Dayanamadım, yanına varıp usulca oturdum. O anda dizindeki mektubun ilk satırı gözüme çarptı: “Sevgili Kardeşim, Canım!..”
Elimle mektubu göstererek sordum: “İnşallah, üzücü bir haber yoktur…” Bir an duraksadıktan sonra “Yok, ağabey…” dedi. Sustu, yutkundu, içini çekti. Derinlerinde biriken basıncın patlamasıyla birden bire konuşmaya başladı: “… Cezaevine girdikten sonra ona bir mektup yazıp, ablamın eliyle ulaştırdım. ‘Beni unut, aklından gönlünden sil, arayıp sorma, adımı anma!’ dedim. ‘Bizim yolumuz buraya kadarmış, artık sen kendi yolunca yürü, kendi kaderini yaşa!’ dedim. ‘Allah yolunu açık etsin, mutlu ol!’ dedim. Böyle kabullendiğini sanıyordum. On dört ay geçtikten sonra, ablamın adını kullanarak bu mektubu yollamış…”
Sözün donduğu anı yaşıyorduk. Yanı başımdaki bu genç çaresizdi, dışarıda o kızcağız çaresizdi ve şimdi ne diyeceğini bilemeyen ben çaresizdim. Elimi omzuna koydum, kısaca kırık dökük bir şeyler söyledim. Yüzünde buruk bir gülümseyişle gözlerime baktı. “Sağol, ağabey…” dedi.
Karşı ranzada, beş – altı genç kümelenmiş, sohbet kazanını kaynatıyordu. Neşeleri yerindeydi, gülüşüyorlardı. Onları işaret ettim: “Hadi, şimdi oraya geç.” dedim. Başını salladı, kalkıp gitti, aralarına katıldı.
Ben de ranzanın üstüne çıkıp yatağıma oturdum, sırtımı yastığa yasladım. Yan tarafta Mehmet Göktolga, Sami Bal, Kenan Develi hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlardı. Yanlarına varıp bu curcunaya katılmak vardı ama içimden gelmedi. Bir şeyler okumak istedim, olmuyordu. Biraz önce bizim yaralı delikanlıya yardım edemeyişin, aciz kalışın verdiği bir iç sıkıntısı duyuyordum. Ama galiba yapabileceğim en doğru şeyi yapmıştım; onunla konuşmuş, açılmasını ve bunaltısını birazcık dağıtmasını sağlayabilmiştim. Keşke bu çocuk ağlayabilse, şöyle höyküre höyküre ağlayabilse ferahlardı…
Birden kalemi ele aldım, İddianame’nin içinde yarısı boş bırakılmış bir sayfa buldum ve bizim delikanlıya söyleyemediğim sözleri karalamaya koyuldum. Lise yıllarındayken şiire duyduğum heves sönmüş, benden şair olmayacağını anladığım için on beş yıldan beri şiir yazmaya hiç yeltenmemiştim. Şimdi çalakalem döktürmeye giriştim.
…
Kara bulutları emdin alnına,
Neden böyle daldın? Söyle be gardaş!
Bir acı günyeli vurur bağrına,
Sen yanarsın; sevda böyle be gardaş…
Yürekte sızı var, bilirim ben de;
Mapusa düşeli yangın gönlünde.
İki damla birikti gözlerinde,
Yiğitler de ağlar; ağla be gardaş…
12.1.1982