Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Bir arkadaşım, telefonda kavgayı patlattı:
“Son yazını okurken küplere bindim. İnönü’yü ağır bir suçlamayla karalamışsın. Daha birkaç ay önce bir sohbetimizde, onun değerli bir asker ve devlet adamı olduğunu söylüyordun. Şimdi de Türkiye’nin siyasî ve bürokratik kadrolarının dünyaya bakışındaki körlüğü, Türk dünyası hakkındaki cehaletini, bu yüzden Sovyetlerin dağıldığı dönemde ortaya çıkan Türk devletleri ile ilişkilerde bocaladığını anlatıyorsun. Bunun suçunu da İnönü’nün yol açtığı zihnî hastalığa; nesillerin Türk dünyasını bilemez, tanıyamaz, düşünemez halde yetişmesine bağlıyorsun. İnönü şeytan mı, melek mi?...”
“Derine İşleyen Yara” başlıklı o yazıda, 1944 yılında yaşanan ‘Irkçılık – Turancılık’ davasının, Türk düşünce hayatında gelip geçici değil kalıcı ve zehirleyici etkiler bıraktığını söylemiştik. Davanın kendisinden çok, Cumhurbaşkanı İnönü’nün 19 Mayıs konuşmasında söylediklerinin önemli olduğunu, anlatmıştık. Bu konuşmanın ardından basında başlayan Türk milliyetçiliğine saldırı dalgasının geçip gitmediğini, sonraki dönemlerde Türkiye dışındaki Türkler konusunda devletin kör ve sağır kesildiğini, Türk dünyasından söz etmenin “Türkiye’ye düşmanlık” olarak görüldüğünü özetlemiştik. Öyle ki, 1960 ve 70’li yıllarda, Türk milliyetçilerine ‘Irkçılar, Turancılar, faşistler’ diye saldırma sapkınlığının sürüp gittiğini ve Rus emperyalizminin pençesindeki Türklerin bağımsızlığını istemenin ‘hukukî suç olmayan suç’ olduğunu ifade etmiştik. İnönü’nün sorumluluğuna işaret ederken sözün düğümü şöyle bağlanmıştı: “İsmet Paşa, keşke o konuşmasında bu konuya hiç girmeseydi; kendi tarihî kişiliğine, hatırasına ve nesillerin zihin dünyasına o yarayı açmasaydı...”
Benim bu sözlerimde, İsmet Paşa hakkında karalama, hakaret, saygısız bir ifade yoktu.
***
İsmet Paşa, yüz yıl önce uçurumun dibine yuvarlandığımız büyük çöküşün acılarını yaşayan neslin insanıydı. Çöküş neslinde gördüğümüz bütün özellikleri taşıyordu. İmparatorluğun batışı sırasında patlayan büyük dalganın içinde çırpınanlardan biriydi. İyi bir asker, genç yaşında kendini gösteren başarılı bir kurmaydı. Durum değerlendirmesinde analitik bir kafa yapısı, sabırlı, temkinli bir kişiliği vardı. Ordu içinde komutanları ve arkadaşları arasında değeri bilinen bir subaydı. Bu yüzden Enver Paşa tarafından, Cihan Harbi sırasında Alman komuta heyetiyle birlikte teşkil edilen komuta karargâhında görevlendirilmişti.
Türk İstiklal Savaşı’nda Batı Cephesi komutanıydı. Bölük pörçük kıtalar ve çetelerle teşkil edilen Kuva-yı Milliye kuvvetlerinin gerçek orduya dönüşmesinde rolü büyüktür. O ölüm kalım mücadelesinde en önde olan kadronun öncülerinden biriydi.
Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin başında görevlendirilmesinde, parlak kurmay zekâsı ve karakterine duyulan güven vardır.
‘Cumhuriyet Türkiyesi’ni inşa eden en önemli devlet adamlarından biridir. Atatürk’ün yanında hep ‘İkinci Adam’ olarak bulundu. Onun ölümünden sonra da Cumhurbaşkanı oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı hayaletinin üstümüzde dolaştığı yıllarda devletin başındaydı. Ağır baskılara rağmen savaşa sürüklenmeyen Türkiye’nin bu duruşunda onun iradesi başlıca faktördü...
1945 sonrasında demokratik sisteme geçiş sırasında gösterdiği olgun ve kararlı tavrı, ülkenin kaderinde yeni bir ufkun açılmasında son derece önemlidir. 1950 seçimleriyle Cumhurbaşkanlığından inerken, otuz yıla yakın devletin doruklarında kalmış her insanın gösteremeyeceği bir alçak gönüllülük ve olgunluk göstermiştir. Bundan sonraki yıllarda, muhalefet partisinin başında kalmaya devam etmesi yüzünden çok ağır karalama ve suçlamalara muhatap olmuştur.
1920’de başlayan siyasî hayatı, 1973 sonunda ölümüne kadar devam etti. Batı Cephesi komutanlığı, dış işleri bakanlığı, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı makamlarında bulundu. 1946’ya kadar muhalefetsiz bir iktidarın sahibi oldu. Yakın tarihimizde Atatürk’ten sonra devlet gücünü elinde tutan, gerçek otorite sahibi tek insan oldu. Ölümünde ailesine bıraktığı miras, sıradan orta halli bir aile büyüğünün bırakabileceği kadardı. O, zengin olmamıştı...
***
Büyük sarsıntılar ve rejim değişiklikleri yaşayan her ülkede, yakın tarihinin olayları ve öne çıkmış siyasî, askerî karakterler hakkında tartışmaların olması son derece doğaldır. Dünyada bunun en trajik örneklerinden biri Türkiye’dir: Son imparatorluğumuzun çöküşünün, düşman topuğu altında ezilişin, İstiklal Mücadelesinin ve yeniden devleti kuruşumuzun yüzüncü yılını yaşıyoruz. Tarih içinde kısacık bir zaman olan bu sürecin olaylarını ve aktörlerini konuşurken, çelişkili, uyumsuz değerlendirmeler yapmamızda şaşılacak bir şey yok.
Bu günün siyasî ve ideolojik kalıplarına göre, tarihi kesip biçerek yeniden biçimlendirme ve anlatma hastalığı, düşünce hayatımızı zehirlemeye devam ediyor. Daha da devam edecek...
Bu alanda karşılaştığımız en çarpıcı örneklerden biri, Atatürk’e duydukları kinin verdiği gözü dönmüşlük içinde yapılan bir iftiradır: Adamlar oturmuş, eski yazıyla bir belge düzmüşler; Selanik mahkemesi arşivinden çıkarıldığı iddia edilen bu sahte belgeyle, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ı genelevde çalışan bir kadın olarak göstermişlerdi. Ahlâksızlığın doruk yaptığı bu sahtekârlık, bazı hastalıklı çevrelerin yakın tarihi silah olarak kullanma hırsını göstermektedir.
Sultan Abdülhamid’i ‘evliya’ ilan edenler ve şeytanlaştıranlar, onu hiç tanımayan boşboğazlardır.
Enver Paşa, Atatürk, İsmet Paşa, Menderes ve yakın zamanların siyasî liderleri hakkında yapılan kanatlı övgülerin, insafsız ve bilgisiz yergilerin ucu bucağı yok.
Sözün özü: Bizim tarihimiz, bizimdir. Zaferler ve bozgunlar bizimdir. Okurken göğsümüzü kabartan başarılar ve acı veren hastalıklı işler bizimdir.
Türk milletinin kaderine yön vermiş zaferlerin kahramanları ve yenilgilerin sorumluları bizimdir. Hainler dışında hiç biri şeytan değildi, hiç biri de melek değildi.
Onlar, kendi dönemlerinde milletin kaderinde rolü olanlar, insandı. Doğruları ve yanlışları vardı, sevapları ve günahları vardı.
İsmet Paşa, onlardan biriydi.
Allah rahmet eylesin...