Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Şeytan pençesiyle yara sarılmaz

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

İslam’ın doğuşu ve hızla yayılması sonrasında Ortadoğu, Hristiyan dünyasının beyni olan papalığın derin iç acısı olmuştu. Hristiyanlığın doğduğu ‘kutlu topraklar’, Müslümanların hâkimiyetine geçmiş, Hristiyanlık eriye eriye silinmeye dayanmıştı. Bütün kiliselerde acıklı masallar halinde kutlu toprakların kaybı anlatılıyor, kurtarılması için kendilerine düşen mukaddes görev dile getiriliyordu. Kudüs, bu hasretin sembolü ve uzaklardaki ebedî hedefiydi.

11. Yüzyılın ortalarından sonra doğudan gelip Ortadoğu’ya yayılan Türk egemenliği, Anadolu’yu hızla sarıp sarmalamıştı. 1071’deki Malazgirt yenilgisinden sonra Doğu Hristiyanlığının muhteşem devleti Doğu Roma, zavallı bir hale düşmüştü. Türk akınlarının ardınca büyük Türk kitleleri Anadolu’ya akıyordu. Mateos’un yanık anlatımıyla “karınca sürüleri gibi” dalga dalga bu ülkeye dolan Türkler, dağları, ovaları yurt ediniyordu. Birkaç yıl içinde Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya ve Karadeniz’e ulaşan Türk akınları; gelip geçici bir yabancı ordu işgali değildi. Selçuklu akıncıları Bizans’ın başkenti Konstantinapol’ün karşı yakasındaki Üsküdar’a dayanmıştı. 1075 yılında Kutalmışoğlu Süleyman, İznik’i başkent yaparak Anadolu’da yeni bir Türk devleti kurmuştu. Doğu Roma’nın bu Türk dalgasına karşı dayanabilme umudu kalmamıştı. Tek umut, bütün Hristiyan dünyasının seferber olup, Anadolu ve Kudüs’ü kurtaracak ordularla mukaddes savaşa girişmesiydi. Bu çağrının heyecanı bütün Avrupa’yı sarmıştı.

İlk Haçlı seferi 1096’da başladı. Kol kol İstanbul’a akan Haçlı orduları Anadolu’ya geçti. Selçuklu başkenti İznik, ilk hedefti. 600 bin kişiden oluşan bu muazzam kuvvetin karşısında Türk ordusunun dayanabilmesi mümkün değildi, Anadolu içlerine çekildi. İznik kalesi, Haçlı ordusuna değil, Bizans’a teslim oldu. Türkler, meydan savaşı yerine yıpratma savaşlarına girişti. O dehşet verici orduyu adım adım takip ederek sürekli baskınlarla hırpaladı.

Haçlı ordusu, geçtiği her yeri kana boğarak, dehşet saçarak ilerledi. Hristiyanlığın ilk büyük merkezlerinden Antakya’yı ele geçirdi. Ardından Urfa ve sonunda Kudüs’e ulaştı. Roma’nın büyük rüyası gerçekleşmişti. Bölgede irili ufaklı krallıklar, kontluklar kuruldu. Selçuklu İmparatorluğu, büyük küçük Müslüman devletleri, emirlikleri birçok savaşlara rağmen bu istilayı söküp atamadı. Ortadoğu’da Haçlıların varlığı kökleşti. Bölgede savaşlar, anlaşmalar, tekrar savaşlar sürüp gitti. Haçlı seferleri dalga dalga devam edecekti…

Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü kurtarmasına rağmen, Doğu Akdeniz’deki Haçlı krallıkları yaşamaya devam etti. 1268 yılında Memlük (Ed Devlet’it Türkiye) hükümdarı Sultan Baybars, bu krallıkların hepsini yok etti.

Ortadoğu’da Haçlıların siyasî varlığı 270 yıl sürmüştü. Bu uzun tarih döneminde bölge kargaşalıklar içinde, huzursuz devirler yaşamıştı.

Haçlı seferleri, hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da derin izler bıraktı. Hristiyan dünyası, yeni bir bilinç kazanmış; kültür genlerinde, siyasî düşünce ve jeopolitik değerlendirmelerinde kökleşen bu bilinçle dünyaya bakar olmuştu. Avrupa’da sürüp giden çekişmeler, savaşlara rağmen ‘Haçlı ruhu’ hep diri kalıyordu. Birbirini boğazlayan Avrupa devletleri, İslam dünyasının öncü kuvveti ve temsilcisi olan Türk devletine karşı birleşmeye, birlikte savaşmaya, ordular seferber etmeye devam ettiler. Osmanlı İmparatorluğu karşısında verilen savaşların pek çoğunda Hristiyan Avrupa’nın birleşik orduları yer alıyordu.

Doğu Roma, İstanbul’un fethiyle 1453 yılında tarihten silinmişti. O tarihten sonra Kudüs’ü kurtarma rüyasının yanında ‘Konstantinopolis’i kurtarma’ ideali yer aldı.

***

Haçlı seferleri, Ortadoğu’daki İslam toplumlarında, kültür ve siyasi düşüncede silinmez izler bırakmış, köklü bir bilinç oluşmasına yol açmıştı. Bunun etkisiyle Hristiyan Batı’nın bölgeye yönelik hareketlerine karşı bir uyanıklık gelişmişti.

15. Yüzyılın sonlarına doğru Afrika güneyinden doğu denizlerine ulaşmaya başlayan Portekizliler, Kızıldeniz ve Umman kıyılarına sataşmaya başladığı zaman, donanma gücü çok cılız olan Memlük devleti çaresiz kalıyordu. Osmanlı Devleti, aralarında sürekli problemler olmasına rağmen bu devletin donanma sahibi olması için yardım ediyordu. Düşünce açıktır; Avrupalıların şeytan pençesi Ortadoğu’da bir yere tutunmamalıydı. Osmanlı’nın Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus, Bingazi’ye el atmalarında bu jeopolitik düşüncenin büyük etkisi vardır. Aynı şekilde Avrupa devletlerine karşı Hindistan ve Endonezya Müslümanlarına yardım edilmesi, deniz seferleri yapılması da her şeyden önce bu hassasiyetten kaynaklanmıştır.

***

Osmanlı’nın çöküş döneminde Batı’nın pençe vuruşları başlamıştı. 1831’de Fransa Cezayir’i işgal etti. Hindistan’a uzanan İngiltere Basra ve Kızıldeniz çevresine göz dikmiş, ticarî koloniler oluşturmaya girişmişti.

1878 Osmanlı - Rus savaşı sonrasında Mısır ve Kıbrıs’a el koydu. 1881’de Fransa, Tunus’u kaptı. İtalya, Libya’nın kendine ait olduğunu açıkça ortaya koymuş, işgal için uygun zaman bekliyor ve 1911’de işgal ediyordu.  Osmanlının paylaşılması için bin türlü hesap ve bitmez tükenmez oyunlar yüz yıl boyunca sürüp gitti.

Roma’nın bin yıllık rüyası ile çağdaş emperyalizmin hırsı, birlikte Ortadoğu’ya, Anadolu’ya ve Balkanlara pençeyi geçirmişti.

Birinci Dünya Savaşı’nın karakterini bu rüya ve bu hırs mayalamıştı.

1917’de Mısır’dan Suriye’ye ilerleyen İngiliz ordusu Kudüs’e girdi. Bütün Hristiyan dünyası, bu olayı Haçlı zaferi olarak kutluyor, bayram yapıyordu. General Allenby, çağın Haçlı şövalyesi olarak selamlanıyordu. Osmanlı Devleti’nin müttefiki ve silah arkadaşı olan ülkelerde, kendi düşmanı ama Hristiyan olan ordunun Kudüs’ü alması sevinçle karşılanmıştı. Avusturya’nın başkenti Viyana, görkemli kutlamalara sahne oluyordu.

Savaş sonunda Osmanlı Devleti’nin bütün toprakları işgal edilmişti. Artık bütün İslam ülkeleri Hristiyan Batı’nın sömürgeleri halindeydi. Avrupa’nın şeytan pençesi, Ortadoğu’ya tırnaklarını saplamıştı.

***

Anadolu’da başlayan Türk direnişi, kısa zamanda büyümüş, sertleşmiş, İstiklal Savaşı karakterine bürünmüş, başarıya ulaşmış ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Avrupa, bu yeni devleti ‘şimdilik’ kabullenmişti. Fransa Suriye’ye çöreklenmiş, aslan payını alan İngiltere bütün Arap coğrafyasına çökmüştü.

1930’lu yılların ortasında Avrupa içinde yeni bir bela hortlamış; kıstırılmış, pusturulmuş Almanya bir daha kükremeye başlamıştı.  Avrupa’da yeni bir savaşın bulutları toplanıyor, kaynaşıyordu. Yakın zamanda büyük bir savaşın patlayacağı anlaşılıyordu.

İşte bu ortamda Türkiye, Fransa’yı köşeye kıstırıyordu. İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye verilmesini istiyordu. Fransa’nın buna asla niyeti yoktu ama Türkiye ile bir çatışmayı göze alamazdı. Atatürk, sert açıklamalar yapıyor, Sancağa Hatay adını veriyor, yüklendikçe yükleniyordu. Fransa’nın oyalama taktikleri sürüp gidiyor, gözdağı verme denemeleri, oradaki etnik kümeler arasında çatışma çıkarma oyunları deniyordu. Suriye’de Türkiye aleyhinde gösteriler yapılıyor, mecliste ateşli konuşmalar yapılıyor, basında öfke kusuluyordu. Fakat Türkiye kararlıydı.

1937’nin Aralık ayında Suriye Başkanı Cemil Mardam, Avrupa gezisinden dönerken Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk tarafından kabul edilmişti. Gazi, kendisine candan bir yakınlık gösteriyor, koyu bir sohbet açıyor, Suriye’deki askerlik hatıralarından renkli olaylar anlatıyor. Sonunda söz, Hatay meselesine düğümleniyor. Şimdi Mardam’ın karşısında kararlı Türkiye Cumhurbaşkanı konuşuyordu:

“… Bak Cemil, biz bütün İslam ülkelerinin bağımsız olmasını istiyoruz. Biz Suriye’nin bağımsız devlet olması için her şeyi yaparız. Fransızlar ise Suriye’yi pençelerinde tutmak istiyor. Manda hâkimiyeti ile sizi adam edeceklermiş. Onlar, önce kendilerini adam etsinler!.. Sizin ordunuz yok, bizim ordumuz güçlüdür. Gerekirse Suriye’ye girerim, sonra da çıkarım. Biz Hatay’ı savaşla vermedik. 1921’in şartlarında Ankara antlaşmasıyla, özel bir statüyle, ileride çözülmek üzere Fransızlara bıraktık. Şimdi bu işi çözeceğiz. Hatay meselesi, benim için şahsi namus meselesidir. Asla vazgeçemem…”

Cemil Mardam, büyük bir asker ve devlet adamını dinlediğini çok iyi biliyordu, onu iyi anlıyordu. Atatürk, işgalci Fransa’nın komşu topraklardan, Suriye’den tamamen çekip gitmesini istiyordu. Ortadoğu’da, bizim bölgemizde şeytan pençesi altında bir ülke görmek istemiyordu…

***

Ortadoğu’da devletler arasında veya devlet içinde olabilecek problemleri, çatışmaları çözmek için sömürgecilerin askerini davet etmek, bölgedeki acıların büyümesini, hep büyümesini sağlayacaktır. Şu ‘Arap Baharı’ tuzağına şakşakçılık yapan, Batı’nın desteğiyle bu ülkelere demokrasi, huzur geleceğini söyleyen çığırtkan Müslüman politikacılar, enteller, basın borazanları huzura erdiler mi?

Atatürk’ün Mardam’a söylediklerinden çıkan ders:

Şeytan pençesiyle yara sarılmaz…