Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
1940’lı yıllardan başlayarak, Türkiye’nin siyasi ve bürokrasi kadrolarının düşünce alanı, dünya görüşü ve hayal ufku, Kars’la Edirne arasına sıkışmıştı. Önlerinde açık olan tek pencereden gördükleri manzara ‘Batı’ ve girip çıkabildikleri kapının ötesi Avrupa, Amerika ve onlarla birlikte gördükleri bazı ülkelerdi. Bir de Rusya merkezli Doğu Bloku’nun korku veren hayaletiyle ürperiyorlardı. Onların zihin dünyasında, dünyanın gerisi silik, soluk ve önemsizdi. Bu zihin körlüğü, dünya cehaleti ve kültür kısırlığı; Türkiye’nin kaderinde küçültücü, yozlaştırıcı, yol tıkayıcı tesirler yapmıştır.
1944 yılında yaşanan ‘Irkçılık - Turancılık’ davasının etkileri, gelip geçici olmamıştır. İnsanların yaşadığı acılar, ailelerin çektiği sıkıntılar iki yıl içinde sona ermişti. Dava, beraatla sonuçlanmış, devlet görevlisi olan sanıklar memuriyetlerine geri dönmüştü.
(Bu davanın sanıklarından kalan son kişi, Fehiman Tokluoğlu da iki gün önce Hakk’a yürüdü. Yeri yurdu cennet olsun... Bu yazı, onun ölüm haberini aldığımız akşam daldığımız sohbetin özetidir.)
Bu olayın asıl acı sonuçlarını doğuran, Cumhurbaşkanı İnönü’nün 19 Mayıs törenlerinde yaptığı konuşmadır. Cumhurbaşkanı, konuşmasında bu davadan söz ediyor, ‘Irkçılar, Turancılar...’ diyerek ağır sözler sarf ediyor, onları ihanetle suçluyordu. İşte onun bu sözleri, Türk düşünce hayatında ağır bir yara açıyordu. Bu gelip geçici değil, derinlere işleyen, onulması kolay olmayan bir yaraydı. İsmet Paşa, keşke bu konuyu hiç ağza almasaydı, kendi kişiliğine, hatırasına ve nesillerin zihin dünyasına o derin yarayı açmasaydı...
Bu konuşmadan sonra basında kızılca kıyamet koparılmış, Türk milliyetçiliğine karşı sürekli bir saldırı devri açılmıştı. Türk birliğinden, Türkiye dışındaki Türklerden söz etmek, Türkiye’ye düşmanlık sayılır hale geldi. Bu zihin çarpılması sürüp gitti.
***
Bizim ilk gençlik yıllarımızda, 1960’ların ortalarında ‘Türk Dünyası’ ve ‘Türk Birliği’nden söz etmek, hukukî suç olmayan bir suçtu. Irkçılık - Turancılık Davası’nın yol açtığı ve miras bıraktığı ‘Irkçılar, kafatasçılar, Turancılar’ karalaması, dehşetli bir kamçı olarak yüzümüze inerdi.
Türk milliyetçilerinin hali ise başka bir âlemdi. Küçük gruplar halinde kümelenmiş, cılız derneklerde ve kopuk kopuk yayımlanan dergilerin çevresinde toplanma ve oyalanma alışkanlığını sürdürüyorlardı. Her siyasi partide milliyetçiler vardı, ama sadece vardı. Bu yüzden siyaset, kültür ve sosyal alanlarda bir rüzgâr estirme güçleri yoktu.
Yenişehir Sağlık Koleji’nde bir hocamız vardı; öğrencilerine karşı sevecen, aynı zamanda otoriter, gerçek bir hanımefendiydi. Keskin bir vatansever, iliklerine kadar ‘Atatürkçü’ bir ‘cumhuriyet aydını’ idi. Katı bir İsmet Paşa hayranıydı. Bizim sınıfa derse girmezdi ama kültür çalışmaları yüzünden kendisine hep yakın olmuştum.
Son sınıftaydım. Hafta sonu tatilinde nöbetçi öğretmen olduğu bir gün beni çağırıp karşısına oturttu. Benim okumaya düşkün, tarih ve edebiyata meraklı oluşumdan, saygılı ve iyi bir öğrenci oluşumdan söz ederek övücü şeyler söyledi. Sonra sözü, ‘yanlış bir yola girmiş olduğuma’ getirdi: Turancılık, Türk milleti için büyük belaların kaynağıydı. Enver Paşa gibi maceraperestlerin, Alparslan Türkeş, Nihal Atsız gibi hayalperestlerin işiydi. Hastalıklı, yanlış bir yoldu. Atatürk gibi gerçekçi, büyük bir önderin yolu ise böyle hayallere, temelsiz boş düşüncelere değil, Türkiye gerçeğine dayanıyordu. Evet, biz bin yıl önce Türkistan’dan buralara gelmiştik ama oraya dönecek değildik ya. Öyleyse, Türk Birliği gibi hayali hedeflere değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Atatürk’ün emanetine sıkı sarılmalıydık. Benim gibi ‘akıllı’ bir genç, yanlış akıntılarda sürüklenirse yazık olurdu, kendisi de buna çok üzülürdü...
Birkaç ay sonra mezun olduk, körpe çağımızda memurluğa başladık. Bu sevimli hocamızla bir daha görüşmek kısmet olmadı. Sonraki yıllarda benzer uyarıları hep duyduk, okuduk. Böyle öğütleri nice büyüklerimizden çok dinledik. Demek ki deliye akıl vermenin faydası yokmuş...
***
1960’ların ortalarında sosyalist kıpırdanmalar canlanmış, gittikçe hızlanmıştı. Birkaç yıl içinde toplumda değilse bile üniversite gençliğinde, öğretmen ve memur kesiminde yaygınlaşmıştı. Basında ciddi bir ağırlığı olan sol kalemler, her geçen gün daha da azgınlaşıyordu.
İşçi, köylü, emekçi hakları gibi polemik konularında sosyalist arkadaşlarla pek ayrılığımız olamazdı. Fakat iki mesele vardı ki, aramızda ayrılık değil, uçurumlar açılıyordu:
Birincisi, Marksist örgütlenmenin yayılma alanı, etnik ve mezhep ayrılıklarıydı. ‘Türkiye halkları’ söylemi, sürekli tekrarlanan bir yaygara olmuştu. Sol örgüt olarak ortaya çıkmış silahlı çetelerin belli başlıları, bölücü çetelerdi. Onların savaşı, emperyalistlere karşı değil, Türkiye’ye karşıydı. İkincisi, emperyalizm anlayışındaki farkımız idi. Sol ağızda emperyalizm konusu, Amerika ve Avrupa sömürgeciliği, sömürülen zavallı ülkeler meselesi demekti. Buna, bizler de tereddütsüz katılıyorduk, ama... Bize göre, Sovyet Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti de emperyalistti, istilacıydı, sömürgeciydi!
Solcular, ‘Vietnam, Şili, Bolivya...’ gibi çatışma alanlarını sürekli dile getirirken, Ülkücüler ‘Türkistan, Azerbaycan, Kırım, Doğu Türkistan...’ gibi Türk yurtlarından söz ediyor, yazıp çiziyorlardı. Buna karşı sol kalemşorların saldırısı klasikti: ‘Irkçılar, Turancılar, faşistler, maceraperestler, hayalciler...’
İşin garip yanı, bizler gibi milliyetçi, vatansever, Atatürk sevgisiyle dolu olan ‘Atatürkçü’ kesimler de Türk milliyetçilerine aynı sıfatları giydiriyordu. Sıkıştıkları zaman mahcup bir eda ile ‘Biz de milliyetçiyiz ama...’ diye söze başlar, ‘...ırkçı, kafatasçı değiliz.’ diyerek noktayı koyarlardı. ‘Biz Atatürk Milliyetçisiyiz...’ diye mührü vururlardı. Türk Dünyası diye bir kavram, beyinlerinde yer bulamazdı.
***
Zaman aktı, dünya her dönüşünde değişti, önemli gelişmeler oldu; 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağıldı. Bu hızlı değişimin sonunda Türk Dünyası, yeni bir yüzle ortaya çıktı. Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan cumhuriyetleri, bağımsız devletler oldular. Türkiye Cumhuriyeti, bu kardeş devletleri ilk tanıyan ülke oldu.
Fakat Türkiye’nin siyasî ve bürokratik kadroları, böyle bir gelişmeye hazır değildi. Bu ülkelerle ilgili hemen hemen hiç bir şey bilmiyorlardı. Devletimiz, el yordamıyla, iki ileri bir geri şaşkınlığı içinde yeni duruma uyum sağlamaya çabalıyordu. ‘Kardeş ülkeler...’ söylemi, herkese, her siyasî kesime hoş geliyordu ama hiç tanımadığı kardeşlerle el ele tutuşup yürümek kolay değildi.
Eh, ötekiler, yani kardeş devletler, daha da beter durumdaydı; yürümeyi bilmeyen çocuklara benziyorlardı. Öyle ya, onların yetişkin insanları, siyasetçileri ve aydınları; başka bir iklimde, kapalı bir kutu içinde yetişmişlerdi. Dünyayı hemen hemen hiç tanımıyorlardı. Gözlerinin önündeki perde birden çekilmiş, kollarını bağlayan urgan çözülmüş, ‘bağımsız devlet’ olmanın coşkusu, sevinci ve şaşkınlığı içindeydiler. Zamana ihtiyaç vardı; zaman, her derdin dermanını getirecekti.
İlk dönemde Türk milliyetçileri, ortaya çıkan yeni Türk Dünyası manzarasının sevinci ve şaşkınlığı içindeydi. Romantik duyguların, uçsuz bucaksız hayallerin, en ümitsiz zamanlarda birikmiş Türkistan rüyalarının dışında sahip oldukları fazla bir şey yoktu. Türk dünyasıyla ilgili, cılız edebiyat ve tarih bilgileri dışında elleri boştu. Ama onlar, hep savundukları bir dünyanın ayağa kalkışını görüyorlardı. Hep özledikleri ata yurtlarına ulaşabilme yollarının açılışına şahit oluyorlardı. Tarih önünde haklı çıkmışlardı...
***
Abdullah Ziya’nın Kızıltuğ romanını on dört yaşındayken okumuştum. Kahraman Otsukarcı’nın Cengiz Han’la karşı karşıya geldiği Otrar kalesi, çocuk zihnimde derin çizgilerle kazınmıştı. Niçin bilmem, benim hayalimde Otrar, yalçın kayalıklar üstünde yükselen, burçları bulutlara ulaşan, üstünde kartalların süzüldüğü muhteşem bir kale olarak kurulmuştu.
Sonraki yıllarda, Türkistan tarihi hakkında okuduğum bazı kitaplar ve yazılarda Otrar’ın adı sık geçiyordu. Otrar, o bölgede önemli bir merkezdi. Moğol istilasının başlangıcında Cengiz Han’ın ordusuna karşı altı ay boyunca direnen Kayır Han’ın kahramanca savunduğu kaleydi. Okuduklarım hangi dönemden söz ederse etsin, konu ne olursa olsun, Otrar’dan söz edilince hayalimde o heybetli kale yükseliveriyordu. O büyüleyici kale manzarası hiç silinmeden, hiç değişmeden öylece kalmıştı.
Günlerden bir gün, Otrar’a varmak nasip oldu!
Deniz gibi yayılıp giden engin dağda yol alırken, ikide bir şoför arkadaşa ne kadar yol kaldığını soruyordum. Söylediğine göre kale yakındı, sonra daha da yakındı, biraz sonra daha daha yakındı... Fakat ufukta ne dağ, ne tepe görünüyordu. Sonunda vardık. Önümüzde, Kırşehir Kalesi’ni andıran yığma bir tepecik duruyordu. Çocukluk hayallerimin kırıklığı içinde yokuşu ağdık, tepenin üstüne çıktık. Otrar Kalesi, bozkırın ortasında çöküp kalmış koca bir deve gibiydi. Oturdum, kale çevresinde toprakla örtülmüş harabelerin oluşturduğu tümsekleri, ovayı, ufukları seyre koyuldum. Bozkır, güneşin altında mayışmış, yayılıp gidiyordu.
Ve ben, işte Otrar Kalesi’ndeydim… O anda, otuz yıl önce o sevgili hocamdan dinlediğim sözler aklıma düşüverdi: Ah hocam, şimdi burada beraber olabilseydik ve o sohbeti sürdürebilseydik...
Hocam ve onun nesli, onların ardından gelen aynı düşüncelere sahip insanlarımız; yani Türk dünyasından söz edilmesini tehlike olarak görenler; 1944 sonrasında açılan ve derinlere işleyen o zihnî yaranın kurbanlarıydı.