Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Milliyetçi Türk Gençlik Teşkilatı, 1966 yılının başında kurulmuştu. Derneğin başkanı, kabına sığmaz, coşkun bir genç olan Yılmaz Yalçıner’di. Üniversiteliler arasında birkaç lise öğrencisi vardı; bunlardan biri de bendim. İlyas Aslantürk, Sezgin Akyazı, Namık Kemal Zeybek (CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı), Afşin Noyantürkmen ve birlikte oldukları bir grup üniversiteli, bizim ağabeylerimizdi.
İki ay sonra, dernek merkezinin yanında, Hukuk Fakültesi’nin karşısındaki Seyhan Düğün Salonu’nda bir konferans düzenlendi. Bir saat önce salona girdim; son hazırlıklar yapılıyordu. Sezgin Ağabey seslenince vardım; Yılmaz’la oturuyorlardı. “Programın sunuşunu sen yapacaksın.” dediler. Bir kâğıda konuşmacıları yazarak hazırlandım. Salon doldu, saat gelince kürsüye çıktım, giriş sözlerinden sonra dernek başkanımızı davet ettim. Onun ardından ilk konuşmacımız Muzaffer Özdağ (CKMP Milletvekili) idi. Muzaffer Ağabey, yarım saat kadar süren ve salonu coşturan bir konuşma yaptı. Ardından Hüznü Dikeçligil (AP Kayseri Senatörü) ve son olarak da Osman Turan Hoca (Türk Ocakları Genel Başkanı ve AP Milletvekili) konuştular.
O gün, Osman Turan Hoca’nın bir sözü, hafızama derin çizgilerle kazınmış. Hoca, dünyadaki güç dengelerinden söz etti; bu durumun sürüp gitmeyeceğini, yakın gelecekte değişmeler, kaymalar olacağını anlattı. İki kutuplu dünyanın iki büyük gücünden biri olan Sovyetler Birliği’nin, sömürgeci bir imparatorluk olduğunu, Türkistan başta olmak üzere mazlum milletlerin üstüne çökmüş, içi kof bir dev olduğunu söyledi:
“… Bu zulüm imparatorluğu, dağılıp çökecektir. Ricat (gerileme, çözülme) başlamıştır. Bu çöküşün ardından Türk illeri yeniden doğrulacak, Türkistan ayağa kalkacaktır. Bunlar size hayâl gibi gelmesin. Hiç şüpheniz olmasın; zulüm, en sonunda zalimi de zehirler! …”
***
Yirmi beş yıl sonra, 1990’ların başında Sovyetler Birliği dağıldı, Doğu Bloğu yok oldu. Dünyayı şaşırtan bir hızla gelişen olayların sonunda Türkistan Cumhuriyetleri ve Azerbaycan bağımsız devletler olarak dünya sahnesinde boy gösterdiler. Büyük tarih bilgini, siyaset adamı ve Türk milliyetçiliğinin derin düşünceli büyüklerinden olan hocamızın ifadesiyle “zulüm imparatorluğu” ve “milletler hapishanesi” olan o koca dev çöküp gitmişti.
Sovyetler Birliği’nin çöküş sebepleri hakkında nice yorumlar yapıldı, nice makaleler ve kitaplar yazıldı. Bin bir sebep sayılıp döküldü. Bütün bunları okuyup dinlerken benim aklıma hep Osman Hoca’nın o sözü damlıyordu: “Zulüm, zalimi de zehirlemişti...”
***
O yıllarda ‘Milletler Hapishanesi’nde yaşanan tüyler ürpertici facialar, bölük pörçük de olsa, dışarıya sızıyor, biliniyordu. Ancak birliğin dağılışından ve yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkışından sonra; mazlum milletlerin uğradığı zulümler, daha açık ve bütün boyutlarıyla anlaşılmaya başladı. Stalin döneminde katledilen insan sayısı, İkinci Dünya Savaşı’nda kaybedilenden daha fazlaydı. Bütün Türk toplumları, Türk ve Müslüman olmanın ağır ve acı bedellerini ödemişti.
1925 yılında Kazakistan’ın başına Galoşokin oturtulmuştu. “Sosyalist düzeni kurmak, Kazakistan’da kökleştirmek” için kolları sıvayan bu adamın diktatörlüğü, 1933 yılına kadar sekiz yıl sürdü. Bu dönem, Kazakların yaşadığı büyük felaket yılları oldu. Mülke el koyma, ölçüsüz vergiler, hapse tıkılmalar, kurşuna dizilmeler; kıtlık, açlık, kaçıp göçmeler ile Kazak toplumu alt üst oldu, yıkıma uğradı. 4.100.000 olan nüfusun 2.200.000’i açlıktan kırıldı. 1929’da 40 milyon olan hayvan sayısı, 4 milyona düştü. Kaçabilenler başka bölgelere, Özbekistan’a can attı, bazıları Çin’e sığındı. Yalınayak yollara dökülenlerin, bir su başında açlıktan kırıldığı faciadan kaynaklanan acıklı bir deyim, Kazakların hafızasına yerleşti: “Ak taban çuburındı, Alka göl sulama!..”
***
1920’li yıllardan başlayarak, Sovyetler Birliği’nde en tehlikeli düşman ‘Pantürkizm’ ve en ağır suç ‘Pantürkist’ olmaktı. Türk toplumlarında yetişkin, aydın, önderlik vasfı görülen insanları katletmenin, hapishane ve kamplara doldurmanın en kestirme bahanesi, ‘Pantürkist’ sıfatıyla suçlamaktı. Toplumun yetişmiş insanlarını yok edersen, o halk kafası koparılmış tavuğa dönerdi. Stalin döneminde, otuz yıl boyunca böyle yapıldı. Bu aydınların pek çoğu, komünistti ve komünist sistemin kurulmasında yer almış, komünizmi halka benimsetmek için kitaplar, yazılar döktürmüş, emek vermişlerdi.
İdam edilen, hapse tıkılan aydınlar ‘halk düşmanı’ ilan ediliyordu. Onların aileleri de en ağır felaketlere uğruyordu. Can yakıcı örneklerden birini, yine Kazakistan’dan verelim:
Akmola (şimdiki Astana)’dan 40 kilometre uzakta bir toplama kampı kurulmuştu. Buraya ‘halk düşmanı’ suçluların eşleri dolduruluyordu. ALJİR ( Halk Düşmanı Karıları Akmola Kampı) toplama kampına tıkılanlar arasında Kazakların ünlü devlet, edebiyat ve sanat adamlarının eşleri de vardı. Turar Rıskılov, Seken Seyfullin, Beyimbet Maylin,Temirbek Cürgenov, Uzakbay Kulumbetov, Sultanbek Kocanov, Canaydar Sadvakkasov… gibi aydınların eşleri bu kamptaydı. ‘Halk düşmanının karısı’ olduğu için ALJİR’de tutulan kadınların sayısı, 22 binden fazlaydı...
‘Halk düşmanının çocuğu’ olmanın utancı, ezikliği ve çilesi içinde büyüyen çocuklardan biri, ünlü yazarımız Cengiz Aytmatov’dur. O dokuz yaşındayken, 1937 yılında babası Törekul, Moskova’da tutuklanır. Törekul Aytmatov, ilk gençlik yaşlarından beri doludizgin giden inanmış bir komünist idi. Yeni Kırgız devletinde sosyalist düzenin oluşması için canla başla çalışmıştı. Şimdi tutuklanmış ve ‘halk düşmanı’ ilan edilmiştir. Bir daha kendisinden haber alınamaz. Nerede olduğu, sağ mı ölü mü olduğu hakkında 20 yıl boyunca hiç bir bilgi öğrenilemez. 1957’de annesi Nağime Hanım’ın başvurusu üzerine bir belge verilir: “Törekul, 1938’de idam edilmiştir. Şimdi suçsuz olduğu anlaşıldığından, Yüksek Askeri Mahkeme tarafından itibarı iade edilmiştir.”
Kırgızistan’ın bağımsız devlet olduğu günlerde Bübüra adında bir kadın, Güvenlik Komitesi’ne baş vuruyor: Kendisi on yaşındayken babası Abıkan Kıdıraliyev, bir olaya gizlice tanık olmuş. 1938 yılında, bir gece Bişkek’in dağ yamacında ÇonTaş’da bir taş ocağına cesetler gömülmüş. Kıdıraliyev, bazı geceler buraya gidip Kur’an okur ve ağlarmış. Kızına “Burada pek çok insanımızın kemikleri yatıyor. Bir gün ortalık düzelirse halka açıklarsın. Şimdilik sakın ağzından kaçırma…” diyerek anlatmış. O da bu sırrı tam 53 yıl saklamış. Gösterdiği yerde kazı yapılınca 137 insanın kemikleri çıkmış! Bu toplu mezara su sızmadığı için elbise ve eşyaların bir kısmı çürümemiş. Ölülerden birinin göğüs cebinden, Törekul Aytmatov’un kurşuna dizilme buyruğu yazılı kağıt çıkmış!... İnceleme sonunda, Törekul’la birlikte katledilip gömülenler arasında; Cusip Abdırahmanov, KasımTınıstanov, Erkinbek Esenamanov, İmanali Aydarbekov, Bayalı İsakeyev, Asanbay Camansarıyev, Osmankul Aliyev, Sıdık Çonbaşev… gibi Kırgız aydınlarının bulunduğu belirlenmiş.
1998’de Cengiz Aytmatov’la yaşadığımız bir akşam sohbetinde, incitmekten korkarak, bu olayla ilgili bir soru sordum. O anda içini çekti, bana bakarken gözlerinde dokuz yaşındaki Cengiz’in acı yüklü bakışları yanıyordu. Kayıp babasının kemiklerini 53 yıl sonra bulunca yaşadığı yürek çarpıntısını, gönül dalgalanmasını ifadeye gücünün yetmediğini söyledi...
Bu konunun ucu bucağı yok.
Kırım, Ahıska, Karaçay – Balkar Türklerinin toplu sürgünleri...
Sovyetler Birliği söz konusu olunca, Osman Hoca’nın ‘zulüm imparatorluğu’ sözünün; ne kadar doğru, kısa ve gerçekçi bir ifade olduğu görülüyor.
***
Doğu Türkistan’dan haberler akıyor: Acı yüklü, utanç verici, yürek dağlayıcı haberler...
Uygur Türkleri, kitleler halinde kamplara toplanıyor. Kamptan kurtulanlardan alınabilen bilgiler, tüyler ürpertici. İnsan hakları, din ve vicdan özgürlüğü ihlal ediliyor değil; çiğneniyor, yok ediliyor.
Birleşmiş Milletler’e göre, kamplarda tutulan insan sayısı bir milyonu aşmış bulunuyor. Pekin, Uygur Türklerini toplama kamplarına doldurduğu için yapılan suçlamaları reddediyor. Söz konusu yapıların, ‘eğitim merkezi’,
‘rehabilitasyon merkezi’ veya ‘meslekî eğitim merkezi’ olduğunu iddia ediyor. Fakat bu toplama kamplarını ziyaret etmek, görmek isteyen hiç kimseye, basına ve Birleşmiş Milletler’in ilgili birimlerine kapıyı açmıyor.
Her Uygur evine bir erkek Çinli görevli yerleştiriliyor. Eğitim, gözetim ve entegrasyonu sağlama programının uygulayıcısı olan bu adam, aileyle birlikte yaşıyor. Ailenin itiraz hakkı yok, evlerinde bu yabancıyla birlikte yaşamaya ve onun emrettiği bir yaşayış düzenine uymaya, boyun eğmeye mahkûm. Zorla kabul ettirilen bu ‘kardeş’, aile kavramını kökünden yok ediyor. Bunlara direnmeye kalkışanlar, terörist kabul ediliyor, ‘İslamî terör örgütü üyesi’ ilan edilip hapishaneye tıkılıyor, ölüme mahkûm ediliyor.
Doğu Türkistan, insanlık tarihinin görmediği bir zulüm altında inliyor...
Bir soykırım endişesi, her gün daha yükseliyor, yürekleri dağlıyor.
Bu azgın gaddarlığın sonu nereye varır?
Ben, bu sorunun cevabını çok genç çağımda, rahmetli Osman Turan Hoca’dan öğrenmiştim:
“Zulüm, zalimi de zehirler!...”