Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Suriye’de barışı sağlamak, Ortadoğu’nun hep sıcak derdi. Sayısı belirsiz taraflar, istisnasız barış taraftarı. Fakat barışamıyorlar. Çünkü ‘barış’ sözünden anladıkları ‘barış’ değil.
Kavramlar, bazen kendini vuran, kendini yok eden düşman kesilir.
İnsanlığın yaratılışında var olan ‘adalet’ duygusu ve düşüncesi, bazı durumlarda zulmün, zorbalığın, cinayetin sebebi ve vasıtası olur. Adalet adına ve adalet organları eliyle adaletsizliğin saltanatı kurulur. Adaleti katletmek için ‘adalet’ silahı kullanılır. Bu böyledir ama insanoğlunun, adalet adlı güzeli beklemekten, özlemekten ve aramaktan başka çaresi de yoktur. Bu sevdâ, onun yaratılışında, ruhunda var.
Barış da bizim sönmeyen sevdâmız, dinmeyen özleyişimizdir. Ona kavuşur, sonra kaybeder, bir daha bulur, bir daha kaybederiz. Bulunca değerini bilmez, korumayı beceremeyiz. Kaybedince hasretinden yanarız, tütünümüz göklere çıkar. O, bizim, hep ufukları gözleyerek bekleyeceğimiz büyüleyici güzeldir.
‘Barış’ kendisine karşı kolayca çevrilebilen, kendini vuran silaha dönüşen kavramlardan biridir. Barış adına, barışı kurtarmak iddiasıyla nice savaşlar, kıyımlar ve yıkımlar yaşanmıştır. Kurt kesilen devletler, kuzu ülkeleri yemeye niyet edince, barışı bozmakla itham ederek saldırıya başlar.
Katiller, bıçaklarını bilerken barış türküleri söylemeyi severler...
***
İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde barışı koruma hakkında söylenenler, tarihin en tumturaklı barış nutuklarıdır. Hitler, barışı kurtarma nutukları çekerken, Alman orduları Avusturya ve Çekoslovakya’yı yutuyordu. Barışçı Hitler’le barışçı Stalin, beraber Polonya’yı çiğneyip paylaştılar. Rusya, küçük ve barışçı Finlandiya’nın üstüne çullandı. Bütün bunlar olurken, en çok kullanılan söz ‘barış’ oldu. Sonunda savaşın alevleri dünyayı sarıverdi.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Fransız sosyalistlerinin baş çektiği barışçılık dalgası, siyaset, edebiyat ve sanatın en parıltılı ve ucuz boşboğazlık şaheserlerini yaratmıştır. “İnsanlığı savaştan kurtarmak için anamız Fransa’yı bile feda etmeyi göze almalıyız...” türünden en cıvık laf ebeliği yapmak, salgın halindeydi. General Guderian’ın panzer tümenleri, Majino hattını yarıp Fransa’ya daldığı gün, Paris’in barışsever kahvelerinde hala böyle gevezelikler sürüyordu. Bu romantik barışseverlik rüzgârına, düşmanın gizli servisleri epey körük basmıştı. Romantik barışçılık, barışa kurulan kapan olmuştu.
Yirminci yüzyılın en yayılmacı, istilacı ve kanlı diktatörlüğü olan Sovyet İmparatorluğu, ‘barış’ romantizmini silah olarak kullanan en becerikli oyuncu olmuştur. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘kardeş partiler’ savaş karşıtlığı, barış havariliği yaparken; darbeler, kanlı ihtilaller hazırlamışlardı. Kızılordu kurmayları işgal planları üzerinde çalışırken, propaganda merkezleri barış şarkıları ile uyuşturucu tütsüler savuruyordu. Sovyet beşinci kolunun yön verdiği dernekler, partiler ve basın organları, dillerinden düşmeyen ‘barış’ afyonu ile kitleleri avlamaya, rakipleri susturmaya çalışırdı. Bu, hedef ülkelere karşı yapılan müthiş bir psikolojik saldırıydı. Sovyet propaganda mekanizmasının en vurucu silahı, ‘barış savunuculuğu’ olmuştur.
***
Türk İstiklâl Savaşı’nın karşısında da bir ‘barış’ cephesi vardı. Gazete ve dergilerle, bildirilerle, propagandanın her rengiyle Mustafa Kemal Paşa’ya, Kuva-yı Milliye’ye saldırıyorlardı: Kuva-yı Milliyeciler, barışı kundaklayan macera düşkünleriydi. Millet, savaştan bıkmış, kırılmış, memleket harap olmuştu. Havaya, suya olduğu kadar barışa muhtaçtı. Büyük devletler, bizim için de hayırlı ve sulh dolu bir dönemi açacak olan barış hazırlıkları yapıyordu. Böyle iken İttihatçılar, kongreler yapıyor, direniş cepheleri kuruyor ve çeteleriyle işgal kuvvetlerine saldırıyor, memleketin başına yeni belalar sarıyordu. Kuva-yı Milliye, milletin sulh içinde yaşamasına izin vermeyen ‘cengcû’ İttihatçıların şer kuvvetiydi.
Bu ‘sulhperver’ cephenin çekirdeğini İngiliz işgal kuvvetlerinin İstanbul’da oluşturduğu propaganda şebekesi teşkil ediyordu. Çekirdeğin çevresinde ilk Türkiyeli siyasetçi, bürokrat, gazeteci, ticaret erbabı insanlar ve bunlara kurdurulan bazı cemiyetler vardı. Üçüncü halkada ise, samimi ‘sulhperverler’ bulunuyordu. Onlar, propaganda ile avlanan alık balıklardı.
İstiklâl Savaşı’nın önder kadrosunun karşısındaki ilk ve en çetin cephe, işte bu ‘barışçı’ cepheydi. Milletin yarasına tuz basarak, savaş yorgunluğunu, açlığı, sefaleti, barışa olan susuzluğu dile dolayarak, teslimiyeti tek çıkar yol olarak sunuyorlardı. Bunun adını da sulh koymuşlardı. Bu cephe yarılıp çökertilmeden, hiçbir şey yapılamazdı. Başlangıçta, Mustafa Kemal’in ‘telgraf meydan muharebesi’ni açarak işe girişmesi ve inatla sürdürmesi, bu mecburiyetten kaynaklanıyordu. O dönemin Anadolu gazeteleri, propaganda savaşının gazileridir. İşgal altındaki İstanbul’da ‘millîci’ basının, ‘sulhperver’ (yani teslimiyetçi) cephe karşısında mücadele verenlerin hizmetleri, Sakarya hattında vuruşan kahramanların cihadı gibi mübarektir. Yahya Kemal’in o buhranlı dönemde içi titreyerek yazdığı yazılar, bunun güzel örnekleri, istiklâl savaşımızın destanıdır. (Bu yazılar ‘Eğil Dağlar’ kitabında toplanmıştır.)
***
Barışı sağlamanın iki yolu vardır. Birincisi, taraflardan biri teslim olur, iddiasından vazgeçerek boyun eğer, böylece savaş veya gerginlik biter. Bunun adına ‘barış’ denirse de, gerçeği barış değil ‘teslimiyet’tir. İkincisi, taraflar arasında hak esasında, hak duygusunu tatmin eden bir anlaşma ile sağlanır. Barışı korumanın tek yolu ise, kuvvet dengesini sağlayabilmektir. Bela üstümüze çullandığı takdirde, savaşmaya hazır değilsek, barış; başkalarının insafına bağlı demektir.
Annan planı ortaya sürüldüğü zaman Türkiye ve Kıbrıs’ta sesini yükselten teslimiyetçi cephe, ‘barış’ silahını can evimize dayamıştı. Bunlar, ‘Hemen şimdi barış!..’ istiyorlardı. ‘Kırk yıldan beri çözülmeyen’ Kıbrıs düğümünün çözülmesini istiyorlardı. Avrupa’dan beslenen, gizli - açık fonlardan parayla desteklenen bir çekirdek etrafında kümelenen mangurtlar, teslim olarak barış dilenmeye can atıyorlardı. Türkiye’de iktidar başta olmak üzere bazı partiler, basın, ‘sivil toplum’ kuruluşu adıyla Avrupa borazanlığı yapan dernekler, vakıflar barış cihadına soyunmuş, kükrüyorlardı.
Mustafa Kemal’i ‘cengcû’ ve maceraperest ilan eden, dünkü Avrupa’nın beslemesi ‘sulhperverler’ in çocukları yine sahnedeydi. Cumhurbaşkanı Denktaş’ı ‘uzlaşmaz’ ve dünya barışını dinamitleyen şeytan ilan ediyorlardı. Türkiye’den gelen ‘barış’ kılıklı ihanet dalgası karşısında rahmetli Denktaş’ın duyduğu acıyı kavrayabilmek, kolay değildir.
Türkiye, ‘Barış Süreci’ diye adlandırılan dönemi, bölücü çete şefleriyle uzlaşma hayali içindeki iktidar mangurtluğunu da görüp geçirdi. Oslo ahmaklığını, Habur rezaletini yaşadı. Türkiye’yi yöneten politik ve bürokratik kadro ile onların allâmeleri, çocukların bile düşmeyeceği bir ‘barış tuzağı’na çekilmiş, ülkeyi felakete sürüklüyorlardı.
Yaklaşan felaketin alevlerini yüzümüzde hissettiğimiz o günlerde, ‘barış yanlıları’ ortaya dökülmüş, kükrüyorlardı. Yazıp çiziyorlar, bağırıp çağırıyorlar ve barışın değerinden, hikmetinden dem vuruyorlardı. ‘Analar ağlamasın!’ diye yırtınan ve barış meleği kesilen şeytanlar, milletin ruh iklimini zehirliyordu.
***
Hiç şüphesiz, barışa övgü olan bütün sözler, barışa yağan alkışlar, insanlık tarihi boyunca hep vardı, hep var olacak. Barış sevgisi, özleyişi ve arayışının solması, silinmesi düşünülemez.
Barışın değeri ve önemi üzerine söylenecek her söz, bilineni bir daha dile getirmek olur. Söylenenlere değil, söyleyenlere bakmak, sözün ardındaki niyeti okumak, önemlidir. Barış ikliminin temellerini sağlam döşemek ve barışı koruyabilecek güce sahip olmak gerekir.
Aksi halde ‘barış tuzağı’na düşmekten kurtulamayız.
Ve sevgili barış, tehlikeli bir silah olur; hem bizi, hem kendini vurur…