İletişim: omurpasha@hotmail.com
Yaşanmakta olan pandeminin yarattığı korku ve tehdidin, Dünya üzerindeki neredeyse tüm devletleri ve toplumları esaret altına aldığı bir dönemden geçiyoruz. Covid-19 salgınının, insanların yaşam tarzı üzerinde kısa süre içerisinde yaratmış olduğu etki, salgın sonrası dünyanın, eskisi ile aynı yer olmayacağı yorumlarını beraberinde getirmiştir. İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi bilincinin hâkim olduğu ülkelerde, hükümet organlarının halk kitleleri üzerindeki zorlayıcı kontrol mekanizmasının “zayıf” olması, salgının yayılma hızını arttırmış gibi görünmektedir. Diğer yandan, otoriter yönetimlerin hâkim olduğu ülkelerde ise çoğu zaman insanlık dışı uygulamalar ile sosyal izolasyonun başarılı şekilde sağlandığı ve salgının yayılım hızının düşürüldüğü görülmektedir. Bu tip olgular, salgın sonrası dünyada otoriter rejimlerin güçleneceği, insanların bazı haklarından ve özgürlüklerinden gönüllü olarak veya cebren feragat edeceği/ettirileceği şeklinde yorumlara sebebiyet vermektedir.
Komplo teorisyenleri ise yapay veya doğal yollarla başlayan bu salgının, “küreselciler” olarak tarif ettikleri devletler üstü bir güç tarafından yönlendirildiği/kullanıldığı yorumlarını yapmaktadır. “Küreselciler”den kasıt; dünya düzenini, ulus devletlerin ortadan kalktığı ve dijital dünya vatandaşlığının tesis edildiği bir siyasal, sosyal ve ekonomik düzene evirmeye çalışan güç odakları olarak yansıtılmaktadır. Günümüze kadar dünya çapında yasama, yürütme ve yargı organlarını teşkil eden herhangi bir anayasa var olmamıştır. Bu tip bir düzene en yakın kuruluş ise Birleşmiş Milletler (BM) olup, işlevi çoğunlukla danışma görevi ile sınırlıdır. Dolayısıyla komplo teorilerinde “küreselciler” olarak tarif edilen gruba atfedilen gaye, tarihte örneği görülmemiş ütopik bir düzen olarak tanımlanabilir. Söz konusu ulus üstü dünya düzeninin insanın düşünme süreçleri ve doğası ile uyumsuz olduğunu gösteren pek çok referans noktası vardır. Bu referans noktaları, ünlü filozofların ve düşünürlerin görüşlerinden, evrimsel psikolojiye ve üç büyük semavi dinin kutsal kitaplarına kadar geniş bir çerçeveden beslenmektedir. Bu yazıdaki temel meselemiz, Covid-19 salgını ile tekrar gündeme gelen, uzmanı olmadığımız ezoterik ve batıni oluşumlar veya fikirler değil; bununla bağlantılı olarak tarihten günümüze süregelen “dünya devleti”, “dünya hükümeti” vb. ulus üstü ideallerin gerçekleşebilirliği ve önündeki engeller üzerine bir tartışmadır.
Dünya’da barışın sağlanması ve tek bir yönetimin kurulması gibi düşünceler, günümüze kadar pek çok kez gündeme gelmiş ve pratikte başarısız olsa da denenme imkânı bulmuştur. Cihan hâkimiyeti amacıyla yola çıkan hükümdarlar, Immanuel Kant’ın (1724-1804) öne sürdüğü “ebedi dünya barışı” düşüncesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünya barışını sağlamak üzere kurulan Milletler Cemiyeti ve aynı amaçla İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler gibi pek çok düşünce ve girişim bu konuya örnek olarak sunulabilir. Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler teşkilatlarının bu konudaki başarısızlıkları göz önünde cereyan ettiğinden bunlar üzerine konuşmaya gerek olmadığını söyleyebiliriz. Cihan hâkimiyeti ülküsüyle hareket eden hükümdar ve devlet örnekleri bakımından Türk tarihinin de oldukça cömert olduğunu göz önünde bulundurursak; Türk okurun bu konuda da bilgi sahibi olduğunu düşünebiliriz. Felsefede Kartezyen devrimin kurucusu, son büyük filozof olarak isimlendirilen Kant’ın bu konudaki fikirleri ise yaygın olarak bilinmemektedir. Kant gibi bir dehanın bu konudaki fikirleri, tartışmamız açısından önem arz etmektedir.
Kant bu konudaki fikirlerini 1795 yılında kaleme aldığı “Ebedi Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”(1) başlıklı yazısında paylaşmıştır. Bir arada yaşayan insanların arasındaki doğal durumu, bir barış durumundan ziyade, her an patlayabilecek bir savaş durumu olarak ifade eden Kant, dünyada barışın tesis edilebilmesi için ön şartlar sunmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:
- “İster küçük ister büyük hiçbir bağımsız devlet, başka herhangi bir devletin egemenliği altına miras, değişim, alım-satım ya da bağış yollarıyla hiçbir zaman geçmemelidir.”
- “Hiçbir devlet, başka bir devletin anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır.”
- “Devletler hukuku özgür devletlerden kurulu bir federasyona dayanmalıdır.”(2)
Bu şartlara baktığımızda, Kant’ın ebedi dünya barışı düşüncesinin temelinde tek bir dünya devletinden ziyade, mevcut devletlerin varlığını koruduğu federatif bir yapı sunduğu görülmektedir. Kant’ın “tek bir dünya devleti” fikri yerine, böyle bir fikir geliştirmesinde insanın doğasına yönelik fikirlerinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Zira Kant, insan doğasının sapkınlığının, uygar ve yasal devletlerde, hükümet organları tarafından gerçekleştirilen müdahaleler ile dizginlendiğini, ancak ulusların birbirleriyle olan ilişkilerinde bu gerçekliğin tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiğini ifade etmektedir (savaşlar, katliamlar vb.).(3) Kendi içinde içtimai hayatın düzenini sağlayan bu devletler, bir yasa koyucu (üst) ve boyun eğip uyan halk (ast) ilişkisine göre tasarımlanmış olup, içerisindeki kitleyi uluslaştırmıştır. Bunun gibi meydana gelmiş olan farklı devletlerin, tek bir devlet olarak birleşmesi, türlü ulusların tek bir ulusmuş gibi birleşmesi Kant’a göre mümkün değildir.(4)
Kant’ın fikirleri, Orta Çağ’da yaşamış ünlü bilginlerden İbni Haldun’un fikirleri ile de uyum içerisindedir. İbni Haldun, tarih ve sosyoloji alanlarında çığır açan eseri Mukaddime’de, toplumların ortaya koyduğu organizasyonu aşamalara ayırmıştır. Bu aşamalar aşiret, kabile düzeninden başlayıp devlete kadar ulaşmaktadır. İbni Haldun ister “kabile”, ister “devlet” düzeyindeki bir organizasyonda olsun, egemenlik için “topluluk gücünü” ilk koşul olarak görmektedir. Bu topluluk gücünü ortaya çıkaran şey ise “asabiyet” olarak nitelendirilmiştir. Asabiyet; kan bağı, yakınlık, akrabalık bağı, aile, boy, kabile, topluluk, inanç birliği, ruh birliği, dayanışma, karşılıklı yükümlülükler ve sorumluluklar yüklenme gibi anlamlara gelmektedir. İbni Haldun’a göre devletler kurulurken de, yaşatılırken de asabiyet ilkesi çok önemlidir.(5) Asabiyet bilinci ile organize olmuş bir insan topluluğu (ister kabile, ister millet olsun), kendi varlığını her zaman bir “öteki” üzerinden inşa eder. Zira “öteki” yoksa o topluluğu o topluluk yapan herhangi bir ayırıcı özelliği olmayacaktır.
Asabiyet bilincini oluşturan ve Kant’ın da öne sürdüğü gibi diğer topluluklara karşı kendi topluluğunun çıkarını gütme arzusunu tetikleyen şey insanın doğasıdır. İnsan zihni, tekâmül süreci içerisinde kazandığı yetiler ile günümüzdeki halini almıştır. Organizmanın, varlığını devam ettirebilmek için içerisinde yaşadığı çevreye uyum sağlama güdüsü tarafından şekillendirilen bu yetiler, insanın soyut ve somut her şeye bakışını derinden etkilemektedir. İnsan zihni, herhangi bir şeyi yalnızca tekil olarak algılayarak düşünme süreçlerine dâhil etme donanımına sahip değildir. Algılanan ve üzerinde bilişsel işlem gerçekleştirilen her şey (ister canlı, ister cansız olsun) belirli bir kategorizasyona tabii tutularak değerlendirilir. Bir doğa yürüyüşünde karşılaşılan ağaç, trafikte önümüze atlayan bir köpek, içerisine girdiğimiz bina ve hatta evimizde bizimle birlikte yaşayan aile bireyleri de dâhil olmak üzere hiçbir şey kategorize edilmeden, yalnızca tekil bir varlık olarak düşünce dünyamızda yer bulamaz. Hatta bu kategorizasyon her zaman aşamalı bir yapıya sahiptir. Örneğin doğa yürüyüşünde karşılaşılan yeşil varlık; bir çamdır, diğer yandan bir ağaç, bitki ve nihayetinde canlıdır. Ancak insan zihni, bu sınıflamalardan tamamen bağımsız olarak, diğer varlıklardan farklı olarak orada bulunan o varlığın ne olduğu üzerine düşünecek bir donanıma sahip değildir, o şekilde yapılanmamıştır. Bahis konusu ağaç, bahçemizdeki bize ait olan tek ağaç olsa da durum aynıdır.
İnsan zihninin kategorize ederek, sınıflandırarak düşünme özelliği, tekâmül süreci içerisinde sosyal bir varlık olarak ortaya çıkmasının etkisiyle sosyal olgulara da yansımıştır. Zira sosyal olgular (içerisinde yaşanan topluluk, sosyal ilişkiler vb.), tekâmül sürecinin gerçekleştiği çevre şartlarının bir bileşeni olarak bu sürecin yapılandırıcı faktörlerinden birisi olmuştur. Times dergisi tarafından “Dünya’daki En Etkili 100 Kişi” arasında gösterilen, Pulitzer ödüllü evrimsel psikolog Steven Pinker, insan zihninin her şeyi basmakalıp bir çerçevede düzenlenmiş kutulara koyma eğiliminin ırkçılık trajedisinin de sebeplerinden olduğunu belirtmektedir.(6) İnsan bilişsel yazılımının bu özelliği, İbni Haldun’un “asabiyet” dediği ve kabileden, devlete kadar organize olup uluslaşan insan topluluklarının varlık kaynağıdır. Bu özelliğin, insanın ortaya çıktığı tekâmül sürecinde, varlığını devam ettirebilmesini sağlayan bir özellik olarak evrilmiş olduğu veya başka bir adaptasyonun yan ürünü olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Bu bilişsel yazılım veya psikolojik mekanizma, Steven Pinker’a göre doğaldır ve akıldışı değildir. Ancak ırkçılık boyutuna varan yanlış uygulamalara “yanlış” etiketini veren ahlaki bir ilkenin çiğnenmiş olmasıdır. Bu hususta Pinker ve Kant’ın buluştuğunu görüyoruz. Yukarıda sunulduğu gibi, Kant da insan doğasının özünde kötü olduğunu söylerken, onun hükümetler tarafından ulusal sınırlar dâhilinde ancak çeşitli ilkeler ve yasalarla dizginlenebildiğini; diğer yandan, mesele uluslararası boyut kazanınca, insan doğasının kötü sonuçlara yol açabilecek bu özelliklerinin daha kolay gözlenebildiğini (savaşlar, katliamlar vb.) ifade etmişti.
Yukarıdaki tartışmayı toparlayacak olursak, insan zihninin, insan topluluklarını kabile, boy, devlet, milliyet esaslarına göre sınıflandırarak algıladığı ve buna göre davranış mekanizmaları geliştirdiği sonucuna ulaşabiliriz. İnsanların asabiyet sergileyecekleri topluluklar halinde yaşayacak şekilde yaratıldıkları ve farklı milletler esasına göre yaşadıkları kutsal kitaplarda da yer bulmuştur. Bundan sonraki kısımda üç büyük kutsal kitap, konuya yaklaşımları açısından kronolojik olarak ele alınmıştır.
Tevrat, insanların farklı topluluklara ve farklı diller konuşan milletlere ayrılmasını bahis konusu etmektedir:
“Bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. Ve vaki oldu ki, şarkta göçtükleri zaman, Şinar diyarında bir ova buldular ve orada oturdular. Birbirlerine, ‘Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim’ dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, ‘Kendimize bir kent kuralım’ dediler, ‘Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.’ RAB insanların yaptığı kent ile kuleyi görmek için aşağıya indi. ‘Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar’ dedi. ‘Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.’ Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.”(7)
İncil’de de, insan topluluklarından ulus ve devlet örgütlenmeleri şeklinde bahsedilmiştir:
“Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyunca korkmayın. Bunların olması gerek, ama bu daha son demek değildir. Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer depremler, kıtlıklar olacak. Bunlar, doğum sancılarının başlangıcıdır.”(8)
Kuran-ı Kerim’de de insanların farklı dilleri konuşan milletlere ayrılarak yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir:
“Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Rum Suresi, 22. Ayet)(9)
“Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık.” (Hucurat Suresi, 13. Ayet )(10)
Görüldüğü üzere üç büyük semavi dinin kutsal kitapları, insan yaşamının doğasını ulus örgütlenmesi üzerinden sunmuştur. Evrimsel psikolojinin sunduğu son bulgular da, tarihi süreçte ünlü düşünürler ve filozoflar tarafından insan doğasında tespit edilen asabiyet(kavmiyet/milliyet) bilincine bilimsel argümanlar sağlamaktadır. Yüzbinlerce yıllık bir tekâmül sürecinin şekillendirdiği bilişsel yazılımın ürünü olan bu tip bir özellik, insan toplumsal yaşamının “öteki” olmaksızın “dünya vatandaşı” kimliğini benimseyerek gerçekleşmesinin mümkün olmadığını göstermektedir. Yüzbinlerce yılda meydana gelen bu bilişsel donanım, onlarca veya yüzlerce yılda değiştirilebilecek bir yapıya sahip değildir. Dolayısıyla mevcut şartlar altında “dünya devleti” ütopyası, büyük bir güç tüm insanlığı zorbalıkla köleleştirerek egemenliğine almadığı sürece pratikte kolay kolay imkân bulamayacak bir düşünce olarak varlığını sürdürmeye mahkûmdur. Zira insanın böyle bir düzeni kabullenmesinin önündeki en büyük engel, insanın yüzbinlerce, hatta milyonlarca yılda şekillenmiş olan doğasıdır.
(1) Immanuel Kant. Seçilmiş Yazılar. İstanbul: Sentez Yayıncılık, ss.323
(2) Aynı eser, ss.326-338
(3)Aynı eser, ss.339
(4) Aynı eser, ss.338
(5) İbni Haldun. Mukaddime-I. (Çev. Turan Dursun). Ankara: Kaynak Yayınları, ss.38
(6) Steven Pinker. Zihin Nasıl Çalışır. (Çev. Sabri Gürses). İstanbul: Alfa, ss.361-362
(7) Tevrat. Ankara: Yason Yayınları, ss.14
(8) İncil (İncil’in Çağdaş Türkçe Çevirisi). İstanbul: Zirve Yayıncılık, ss.97
(9) Kur’an-ı Kerim Meali. (Çev. Yaşar Nuri Öztürk). İstanbul: Yeni Boyut Yayıncılık, ss.369
(10) Aynı eser, ss.474