Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Kuzey ve Doğu Türk ellerinin Ruslar tarafından istilâsı, dört yüz yıla yakın bir zaman içinde gerçekleşmiş: 1552 yılında Kazan Hanlığı’nın yıkılmasıyla başlayan Rus yayılması, altı yedi yıl içinde Astrahan Hanlığı, Başkurtistan, Sibir Hanlığı’nı çiğniyor. 1630’larda Baykal bölgesi ve Saha /Yakutistan’a ulaşıyor. 1730’larda Batıdaki Kazak yurtlarının ele geçirilmesiyle güney ve doğuya doğru Türkistan’ın işgali başlıyor. Rus ilerleyişi, 1880’li yıllarda Afganistan ve Çin sınırlarına dayanıyor. Bu, yalnız bir coğrafyanın değil, aynı zamanda bir milletin, bir dinin, bir medeniyetin, bir tarihin istila edilmesiydi.
Türklerin hep kaybeden, yenilen, çiğnenen ve Rusların hep kazanan taraf olduğu bu uzun tarih dönemi; derin ve acı derslerle doludur. Her şeyden önce, Rus istilasında kullanılan büyük ordular yoktur. Küçük askeri birlikler, yanlarında yağmacı gönüllüler, düzensiz çetelerle yürüyen Rus ilerleyişi ve buna karşı duramayan Türklerin hâli ilk bakışta şaşırtıcıdır. Öyle ya, binlerce yıllık köklü bir kültürün, medeniyetin ve devlet geleneğinin sahibi olan Türkler, niçin böylesine zavallı ve çaresiz duruma düşüyordu? Bu soruyla başlayan didikleme, pek çok cevaplar bulmaktadır.
Ruslar, üç yüzyıl içinde büyük bir enerji göstermişlerdi. Her geçen gün gelişiyor, öğreniyor, ilerliyor, dünyadaki yenilikleri yakalıyordu. Batıda Avrupa ve güneyde Osmanlı İmparatorlunu iyi takip ediyor, onlarda gördüğü her yeni bilgi ve araca sahip olmak için didiniyordu. Türk ve İslam ülkeleri ise bilim, teknik ve yönetimde sönmeye yüz tutmuştu.
Bu gelişme ve yayılma sürecinde Rus yöneticilerinde, emperyalist siyaset incelikleri ve uygulamaları da gelişiyordu. Büyük kuvvetler kullanmak yerine, ortaklık kuracağı ‘yerli kuvvetler’ buluyor, onların iş birliği ile karşısındakileri yeniyordu. Ardından yeni bir işbirlikçi bulup, düne kadar kendine hizmet eden güç sahibinin işini bitiriyordu. Sonra sıra bir başkasına geliyordu. Tatarlar, Başkurtlar, Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar, günden güne değişen Rus siyasetinin ince oyunlarına, tuzaklarına ve ağır sonuçlarına sürüklendiler.
19. yüzyıl boyunca İdil boylarından doğuya yayılan Kazak bozkırlarında Ruslara karşı direnişler, isyanlar eksik olmadı. Bu olaylar yaşanırken Türkistan hanlıkları ve Türk toplulukları, günden güne değişen dalgalanmalar gösterdi. Rus Çarlığı ile dost olmak, bir süre sonra düşman kesilmek, sonra tekrar başa dönmek sürekli yaşanan hallerdi.
Yerli halk içinden Rus asker ve yöneticilere hizmet edecek, isyancılar hakkında bilgi toplayıp casusluk yapacak insan bulmak elbette zor değildi.
Zeki Velidi Togan, bu gerçeğe işaret ederken hassas bir noktaya dikkat çekmiş:
“Kazak bozkırında Rus hâkimiyetini yerleştirmekte en müessir kuvvet, tüccar ve mollalar sınıfı olmuştur. Bunlar, Kazak ahalisini artık kendilerini ‘Rusyalı İslam’ bilip, Ak Padişah’ın sadık Müslüman tebaası olup, onun himayesi altında ticaret, ziraat ve ibadetle meşgul olmaya davet etmişler ve isyan hareketlerini, Kuran’da zikredilen ‘ülü’lemr’e itaatsizlik göstermişlerdir.”
Her Müslüman toplumda sayısız örnekleri yaşanan ‘imansız imam’ tipinin bir hüneri:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de…” ayetini tahrif ederek ‘sizden olan’ sözünü çıkarıp, Ak Padişah’ı (Rus Çarı’nı) ‘ülü’lem’r’ olarak bozkırın çoban Müslümanlarına tebliğ ediyorlar.
Rus işgalcilerle işbirliği yapan tüccar, imam ve mollalardan birçoğunun, isyanlar sırasında Rus vali ve generallerine gönderdikleri raporların bazıları, daha 19. yüzyıl sonlarında yayımlanan eserlerde yer almış.
“Bu mollalar, yanlarında Çar adına ‘ukaz’ denen bir ferman bulundururlar ve Rus idarî teşkilatından habersiz olan Kazaklar arasında bir memur kesilirler ve bütün hareketlerinde Rus kuvvetine dayanırlardı.”
Rahmankul Berdibay Hoca, ‘Ruhu Cıgılmagan Millet’ başlıklı makalesinde, ünlü bilim adamı ve Ortodoks misyoneri N. İvanoviç İlminskiy’in, ‘nasıl bir Müslüman din adamı’ istediğini anlatıyor:
“İlminskiy, Rusya Müslümanları Müftülüğü makamına, Rus ve doğu kültürüne vâkıf bir Tatarın getirilmesine daima karşı çıkmış, bu makama cahil bir kişinin getirilmesini teklif etmiştir. İlminskiy, üniversite mezunu, tarihten haberdar, aydın Tatarlardan ziyade; idaresi kolay, makam – mevki düşkünü kişileri tercih ettiğini açıkça yazmıştır.”
19. yüzyılda Kine Sarı, İsetay, İset, Kaybalı ve Kanalı gibi millî önderlerin, kurtuluş için olan mücadeleleri sırasında; onların aleyhine Ruslar için uğraşan tüccar, molla, beğ, sultan ve dilmaçların oynadıkları rolü milli şair Mağcan nefretle anar:
“Alaş’tın aldın kara tuman capkan /
Mınav Orıs obır ol içip catkan /
Zaman azgan çagında adam azbak /
Köp erler cav men birge elin çapgan”
(Alaş’ın önünü kara duman kapamış / İşte Rus onun kanını içip yatıyor / Zaman bozulunca insan da azarmış / Çok erler düşmanla birlikte ilini yağmalıyor)
Rusya’nın Türk ülkelerini sömürgeleştirmesi, Avrupa emperyalistleri arasında hasetle bakılsa da, Müslüman Türk’e olan köklü nefret duygusuyla sempatiyle ve alkışlarla karşılanmıştır.
1888’de Türkistan’ı gören Lord Curzon, Rus egemenliğinin her türlü yerli hanlık idaresine tercih edileceğini söyledi. İngiliz bilim kuruluşları, dernekleri Rusların Orta Asya’yla ilgili yayınlarını heyecanla takip eder oldu. 1891’de uluslararası coğrafya kongresinde ‘Orta Asya’ya medeniyeti götüren ve imar eden Rus milletine’ hayranlık ifade edildi. İngiltere kilisesi “Rus istilası, Hıristiyanlığın yayılması için yeni sahaların açılması demektir.” diyerek Rus Ortodoks kilisesiyle işbirliği çalışmalarına girdi. Avrupa bilim ve siyaset adamlarından pek çoğu, Rusların ilkel Türk toplumlarını medenileştireceği, ülkeyi imar edeceği yolunda övgülerde bulundular.
***
1917 Bolşevik devrimiyle Rusya’da yeni bir rejim, yeni bir dünya görüşü ve yeni bir hayat başladı. İlk yıllardaki çalkantılar, iç savaşlar, yol arayışları, on yıl geçmeden duruldu. İçerdeki kaynamalar, zulüm ve katliamlar bütün şiddetiyle devam etse de; sosyalist rejim, bütün ağırlığı ile Rusya ve sömürgelerinde hâkimiyetini gerçekleştiriyordu.
Yeni rejimin, sosyalist düşüncenin gereği olarak, insanlık için bir hastalık kabul ettiği din, ilk nesil içinde sosyal hayattan çıktı. Camiler kapatıldı, Müslüman bayram ve törenleri görülmez oldu, dinî kitap ve diğer yayınlar ‘yasak’ kuyusuna tıkıldı. Din aleyhinde konuşmak, yazı ve kitaplar yazmak, dinler ve dini geleneklerle alay etmek, yaygın bir hale gelmişti.
Yeni düzenin ilke ve amaçlarına uygun olarak ‘dinin zararları’ konusunda en ateşli konuşanlar, yeni rejimin istediği propaganda çalışmalarında en çok yer alanlar; eski papazlar, mollalar, îşânlar ve imamlardı…