Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
İktisadî meselelere bakışın bir ideoloji için en önemli hususlardan biri olduğu şüphesiz genel geçer kabul gören bir hadisedir. Bir ideolojinin iktisadî bakış açısı hem ideolojiyi şekillendirir hem de karşılığında bu iktisadî tutum ve görüşler ideolojinin oluşumuna katkı sağlar. Bu genel yargılar, elbette Türk Milliyetçiliği için de geçerlidir. İktisat meselesini anlatacağım bu yazıya geçmeden evvel şunu hatırlatmakta fayda görüyorum. İktisat bir emel değildir, iktisat sadece bir araçtır. Hedef, insanın mutlu, huzurlu ve refah içerisinde yaşamasıdır. O yüzden de iktisadi görüşü bir dogma olarak değil zaman içinde küçük değişiklikler ile başkalaşabilecek bir olgu olarak görmek daha faydalı olacaktır.
Yakın zamanda yapılan tartışmalarda bazı Türk Milliyetçilerinin bir kısmının neredeyse gazino kapitalizmi savunacak kadar liberal bir iktisadî görüşü savundukları dikkatimi çekti. En son söyleneceği ilk başta söyleyelim, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk Milliyetçiliği yapısı itibariyle ilk etapta milleti daha sonrasında da tüm âlemi hak bir yola getirmeye amaçlayan bir görüş ise eğer (ki öyle), doğal olarak toplumsal bir bakış açısı gütmek zorundadır. Sonuçta toplumu yükseltmeyi ve/veya yüceltmeyi düstur edinmiş olan bir fikir, toplumu yüceltmek için daha kapsayıcı bir iktisadî bakış açısını benimsemek durumundadır.
Liberal iktisadî politikalara karşı olmak liberaller tarafından özgürlüklere karşı olmak olarak lanse edilebilir ama bu arada bahsetmek istediğim de muhakkak yer yer savunulduğunu gördüğüm adeta bir “Nasyonal-Sosyalizm” elbette ki değil, Dündar Taşer’in köşe yazılarında belirttiği “Devletin gazoz fabrikası olmaz” görüşüne de kesinlikle katılıyorum. İktisadî oluşumların komple devlet eliyle yürütüldüğü, hatta her şeyin sahibinin devlet -gerçi böyle bir görüşü savunanlar bugün de geçmişte de hep her şeyin sahibinin aslında halk olacağını iddia etmişlerdir ama buna inananın kalmış olması bile beni hayretlere düşürüyor- olduğu bir sistemin de bürokratik bir diktatörlüğe dönmediği bir tane örnek bile mevcut değildir. Mülkiyet hakkının bile olmadığı bir toplumda milletin fertlerinin kendilerini devlet karşısında koruyabilecek hiçbir aygıtı olmayacaktır. Devlet yöneticilerinin olası bir tiranlaşmasının önüne, en azından, 18. Yüzyıl’dan itibaren, ancak belli bir birikimi olan kitleler tarafından geçilebilmiştir. Aksi örneklerde Stalin ve Mao’nun kendi halklarına yaptığı ve milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların karşısında bile efektif bir tepki gösterecek kimse bulunamamıştır.
Neo liberal iktisadın insanlara yaşattığı hayat ortadadır. Şimdi, liberal iktisadî sistemleri savunanlar bunun suçlusunun piyasaya devletlerin aşırı müdahale etmesi olduğunu savunacaklardır ve belki de haklıdırlar ama iktisadî durum bu kadar dengesiz bir hale gelip, bu kadar büyük bir sömürü düzeni haline gelmişken bu vakitten sonra devletin piyasadan komple çekilmesi ancak bu eşitsizlikleri azdırır. Neo-liberalizm iddiasından vurulmuş ve tekelleşmenin önüne geçememiştir. Eski tip tekellerin yerini gizli tekeller ve yalandan rekabet almıştır. Yeni bir ürün çıktığında ilk başta çok sayıda firma varsa da bu durum kısa zaman içinde ve hızlıca değişmekte piyasaya tek bir ya da birkaç büyük şirketin eline kalmaktadır. Cep telefonu şirketlerinin başına gelen buna iyi bir örnektir. Piyasa koşulları tekelleşmeyi veya piyasada az sayıda çok büyük çok uluslu şirketin kalmasını her defasında desteklemiştir.
Sosyalizm ve Liberal Kapitalizm arasında sıkışmış gibi görülen iktisadî yelpazede aslında çok fazla farklı iktisadî görüş savunulmuştur. Türk Milliyetçiliği ise doğası gereği hatta Cumhuriyet tarihindeki partileşme durumuna göre bile tanımlanacak olursa bir üçüncü yol olarak görülmüştür. Bu yazımda naçizane durum tespiti yaptım, bir dahakine olması gerekenlerin ne olduğu konusundaki fikirlerimi paylaşacağım.