Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
12 Eylül darbesinin ardından Mamak Cezaevi, üç defa ters takla atmış bir tımarhane halindeydi.
Beyinsiz dâhiler işin çözümünü bulmuşlardı: Sol ve bölücü örgütlerin militanları ile ülkücüler aynı koğuşlara doldurulacak, bir arada yaşamaya zorlanacaktı. Bu ‘karıştır – barıştır sistemi’ cop hükümranlığı ile uygulanıyordu.
Bizim 8. Koğuş’ta bulunan 120 kadar tutuklunun 20-30’u ülkücüydü. Elli beş yatak bulunan koğuşa bu kadar insan tıkılmıştı.
Her akşam sat 17.00 de koğuşun ortasındaki boşluğa dizilen tutuklulara İstiklal Marşı söyletiliyordu. Çıkan ses, kalabalığa rağmen çok cılız kalırdı. Solcular söylemiyordu; parmaklıkların ardından gözleyen askerleri kandırmak için ağızlarını açıp kapıyor fakat sesleri çıkmıyordu. Gözcü asker ve subaylar bunu biliyordu. Bir gün öfkeyle bağıran subay, bunu ifade etmişti:
“Sağcı pezevenkler söylüyor, solcu pezevenkler söylemiyor!”
Böyle durumlarda ceza, kişi veya gruplara değil, bütün koğuşa veriliyordu. O gün yine öyle yapıldı; herkes havalandırma avlusuna çıkarıldı, yürüyüş kolu dizilişi yapıldı, sonra sıraların arası açılarak düzen alındı. Yükselen “yat !” komutuyla yere kapanan insanlar, yer yer su içindeki beton zemine şapur şupur uzandılar. Ardından otuz kadar asker coplarla işe girişti. Tutukluların kafasına, sırtına, bacaklarına yağmur gibi inen cop ziyafeti, bir komutla kesildi. Avluda çınlayan yeni bir komut: “Kalk!..” Cop ziyafeti ayakta sürüyor. Tekrar “Yat!...” Coplar patırdamaya devam ediyor. “Kalk!..” Nihayet yürüyüş düzenine geçildi, koşar adım ve hep bir ağızdan haykıra haykıra tekrarlanan asker eğitim sloganları eşliğinde avluda sekiz – on tur atıldı. Koşar adım binaya alındık, koridor boyunca dizilmiş askerlerin naraları ve cop vuruşları altında koşarak koğuşa doluştuk. Islanmış vücutlar terli ve titriyor, yüzler kızarmış kollar bacaklar sızı içinde… Kimisi acıdan inliyor kimi acıdan gülüyor. (Acıdan gülünür mü? Tımarhanede gülünür…)
Yarım saat içinde koğuş sessizliğe bürünmüştü. Karşı ranzalardaki solcu şeflerin keyfi yerindeydi: İstiklal Marşını söylememişler, böylece örtülü bir şekilde ‘devrimci direniş’ göstermişler ve körpe solcu gençlerde ‘orduya nefret’ duygusunun biraz daha pekişmesini sağlamışlardı. Eh, aynı zamanda faşist askerlere, faşist ülkücüleri ezdirmişlerdi. Onların iç dünyaları elbette huzurluydu…
Ya ülkücü gençlerin iç dünyası? Onların yüreklerinde acıyla köpüren deli dereler akıyordu. Böyle haksız, vicdansız uygulamalardan ne beklendiğini anlamakta, kavramakta zorlanıyorlardı. Üstelik bu zulüm çarkını ‘ordumuza’ yakıştıramıyor, zihinlerinde kendilerini rahatlatacak bir açıklama bulamıyorlardı. Bunları kendi aralarında parça bölük konuşurlardı.
Bu olayın ertesi gün, Recep Ekici’yle bizim ranzada oturup sohbete koyulmuştuk; birkaç arkadaş daha gelip katıldılar. Gençlerden Şükrü Işık (Bizim ‘Allah’ın Gozanlısı’), “Ağabey, esir kamplarında bile böyle yapılmaz. Bundan ne fayda bekliyorlar?” deyince, onlara anlatmaya çalıştım:
“… Devletin ve siyasetin doruklarındaki politikacılarımızın, bürokratlarımızın yüzde doksanı, devlet adamlığı niteliğine sahip değil; cahil, yalaka ve açgözlü bir zümre.
Üniversitelerimizde sırtına cüppe giyen profesörlerimizin çoğu bilim adamı değildir.
Başına sarık, sırtına cüppe giymiş her imam her şeyh mürşit değildir.
Hâkim, savcı, avukat olup cüppe giyen herkes hukuk adamı, adalet misyoneri değildir.
Sırtına üniforma giyen her insan, gerçek anlamda ‘asker’ değildir.
27 Mayıs’tan beri, ordumuzdaki hastalıklar çok arttı. Subay, general takımı, ülkeye ‘hükmetme’ hakkına sahip olduğunu sanıyor. Her şeye onlar karar verecek, devlete yön belirleyecek. Sanki kendilerinden başka akıllı, bilgili, vatansever insan yok. Son yirmi yılda Marksist devrimci cuntalar, az tuzlu sol cuntalar ve kendilerini ‘Atatürkçü’ diye tanıtan cuntalar; ordu içinde yılan gibi çöreklendi, kıvrandı durdu. Bu hastalık, ordumuzda her seviyede kalite düşüklüğüne yol açtı.
Elbette iyi yetişmiş, okuyan, düşünen ve ‘asker gibi asker’ olan subaylarımız da var. Ne yazık ki, o güzel askerlerin sayısı az. Orduyu saran hastalıklardan en çok onlar azap çekiyor, en çok onlar mağdur oluyor.
Burası, normal cezaevi değil. Bizleri adalet karşısında yargılanmak için tutuklanmış ve hesap vermeye çağrılmış insanlar olarak görmüyorlar. Sürekli dayak ve hakaretle ne elde edecek, ne kazanacaklar? İnsanları ezerek yıldırmak için yapıyorlarsa, çok aptalca bir düşünce: Şu anda susan ve itaat eden bu insanların içinde nefret dağları yükseliyor. Buradan çıktıkları gün o nefreti burada bırakmayacaklar. Bu uygulamayı yapanlar, asker olamamış üniformalılardır. Askerliği emir almak – emir vermek salıncağında ömür geçirmekten ibaret zanneden kof beyinliler orduyu da toplumu da zehirliyor…
Bütün yaşadıklarımıza rağmen, ne ordumuza ne devletimize karşı zehirli duygular girdabına sürüklenmeyeceğiz…”
***
Bizim 8. Koğuş’un havalandırma avlusunun öte yanında, camları bize bakan küçük bir koğuş vardı. Yirmi beş kişinin kaldığı bu koğuşta ülkücülerin sayısı ancak yedi sekiz oluyordu. Günlerden bir gün, birden bire bir gürültü koptu. Bağırışlar, küfürler, patırtı çatırtı yükseliyordu. Orada kavga patlamıştı. Bizim koğuşa derin ve gergin bir sessizlik çöktü. Ufacık bir söz veya bir hareket kıvılcım olur, çatışmayı başlatabilirdi. Daha önce iki defa bunu yaşamıştık. Karşıda kıyamet kopuyordu. Az sayıdaki ülkücüler için endişe duyuyorduk. On dakika sürdü sürmedi, askerlerin sert bağırmaları yükseldi; içeri girmiş, tarafları ayırıyorlardı. Sonrası bilinen bir şey: Bütün koğuştakiler, az önce birbiriyle döğüşenler, birlikte cop ziyafetine çekiliyordu.
Gençlerin, o şartlar içinde gösterdikleri hünerlerden biri koğuştan koğuşa haberleşmeyi becermekti. Komşu koğuştan bize kavganın sonucu rapor edilmiş: “Revire götürülen yedi yaralı var. Maçı 7 -0 kazandık!” Yaralanan ülkücü olmadığını öğrenince derin bir soluk aldık. İki gün sonra mahkeme salonunda alınan bilgiler bize aktarılınca, olayı inceden inceye öğrendik: Meğer, o gün askerler koğuşa girip her zamankinden daha sert bir cop ikramı yapmış. Dışarı çıkıp, demir kapıyı çektikleri sırada solcu bir genç, dayaktan şişmiş ellerini ovarken, ağlamaklı bir sesle homurdanıyor: “Ulan Mehmetçik, senin ananı, avradını…”
Sözün arkasını getiremiyor; yanındaki genç ülkücünün yumruğu suratında patlıyor!
“Ulan piç! Sen Mehmetçiğin anasına nasıl söversin!..”
İkinci yumruk inerken koğuştaki herkes yerinden fırlıyor, solcular ve ülkücüler birbirine giriyor…
***
İddianamenin arasında sayfa boşluğuna not yazmışım:
“Karşı mahalledeki kavgadan ders: Devlet bizim, ordu bizim, bizi coplayan Mehmetçik bizim…
Türkiye’de bütün hastalıkların suçlusu, yetersiz ve başarısız olan milliyetçilerdir. Şunun bunun kusurunu dile dolayarak kendilerini temize çıkaramazlar…
Türk milliyetçilerinin, dert yanmaya, şikâyet etmeye, mızmızlanmaya hakları yok…”