Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
‘Güdük Edebiyatı’ ve ‘Güdük Savunması’ kavramını, kırk yıl önce bir ağabeyimizden duymuştum.
İslam tarihi boyunca sürekli kanayan derin yara mezhep çatışmalarıdır. Bu sönmeyen fitne hakkında her mezhep ve çevre, kendine göre açıklamalar geliştirmiştir. Bunun sebepleri üzerinde durulurken, Hz. Peygamber’in sahabesi hatasız, eksiksiz ve suçsuz olacağına göre, Abdullah İbn-i Sebe adında bir günah keçisi bulunmuştur. Bu Yahudi dönmesi, öyle bir fitnebazdır ki sahabeyi birbirine düşürmüş, savaştırmış, yüzbinlerce Müslümanın kanını döktürmüştür. Sapık düşünce tohumlarını ekerek Müslümanları zehirlemiş ve 14 asırdan beri kökleşen bir fitneyi başlatmıştır.
Bu anlatımla, Sahabenin yaşadığı acı olayların bütün suçu, tarihî kişiliği bile tartışmalı bir adama yüklenir ve her şey açıklığa kavuşturulmuş olur. O toplumun içinde bulunduğu sosyal ve kültürel sebepler, derin köklü kavim kabile çatışmaları, devlet geleneğinin olmayışı gibi konulara girilmez. Hızla büyüyen yeni devletin aynı yönetim altına topladığı farklı toplumlar ve genişleyen coğrafi yayılmanın getirdiği yeni problemler, uyumsuzluklar üzerinde durulmaz. Bunları didiklemeye, analitik yaklaşmaya kalkışanlara ‘sahabeye dil uzatmak’ gibi suçlayıcı yaftalar hazırdır.
***
Tarihin en büyük devletlerinden biri olan bizim Devlet-i Aliyye’mizin çöküşü söz konusu olunca, sebep ve suçlu bilinmektedir: Yahudi ve masonlar İttihatçıları kullanarak Abdülhamit Han’ı tahttan indirdiler. Yahudi ve İngiliz uşağı hain İttihatçılar, on yıl içinde koca Osmanlı’yı gömdüler. İşte bu kadar! İmparatorluğun iki yüz yıl süren çöküş tarihini didiklemenin; eğitimde, bilimde, sanayide donma ve dünyadaki gelişmeleri yakalayamama; yönetimde yozlaşma ve çürüme gibi hastalıkları dile getirmenin ne gereği var? Bunlara kafa yormak, okumak, düşünmek, tartışmak ve dersler çıkarmak gibi zahmetlere girmenin ne faydası var? Her şeyi tek sebebe bağlamak, suçu tek günah keçisine yüklemek ve tek cümleyle düğümlemek gibi dâhice bir açıklama her şeyi anlatmaya yetmez mi?
***
Türkiye’nin gelişme ve kalkınmasındaki bocalayıştan, devlet yönetimindeki müzmin hastalıklardan bir türlü kurtulamayıştan başlayıp, neden bu halde olduğumuzu sorgulamaya girerseniz cevap hazırdır: “Büyük Atatürk’ün ölümünden sonra…” diye başlayan ve “Eğer Atatürk yaşasaydı…” diye sürüp giden bir tekerlemeyi dinlersiniz. Sebep, Atatürk’ün ölümüdür. Suçlu ise İsmet Paşa. Ama bunu farklı kalıba dökenler de var: Sebep, 1950’deki iktidar değişimi. Suçlu ise, Menderes…
***
1990’lı yılların başında, eski Marksist yeni liberal dönmelerin ve siyasî İslamcı papağanların çok sevdiği bir kavram; gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda, parti nutuklarında otuz yıl boyunca sürekli kullanıldı. Toplumun beynine çakıldı. Meğer Türkiye’deki bütün problemleri ‘derin devlet’ imal ediyormuş. Kökü ta İttihat Terakki’ye dayanan, kimsenin başa çıkamadığı, her devrin krizlerini icat eden bu görünmez, bilinmez şeytan yuvası; ülkenin bütün dertlerinin tek suçlusu…
Bu cümleden geliştirilen ve yaygınlaşan söylemlerden biri, 1980 öncesi fırtınalı yıllarda yaşanan gerginlik ve çatışmaların sebepleri hakkındadır: Amerika ve bizim derin devlet, bir oyun kurmuş; Türk gençliğini sağ - sol diye ikiye ayırmışlar, sonra da “Haydi çocuklar, döğüşün, birbirinizi vurun!” demişler. Onlar da kanlı bir oyuna girişmişler, yani kullanılmışlar… Solcu güdüklere sorarsanız; emperyalizme karşı savaşan devrimcilerin karşısına, Amerikan uşağı ülkücü bir kitle çıkarılmış. Peki, Türkeş’in rolü neymiş? Türkeş, NATO’da subay olarak görev yapmıştı, onların adamıydı; bu oyunun baş aktörüydü… Her şey bu kadar basit, bu kadar ucuz, bu kadar kof nasıl olabilir? Kalıplı boşboğazlık edebiyatında olur. O dönemin solcu, bölücü ve ülkücü kesimlerinden bu savunmaya sığınanlar da çok görülmüştür.
***
Böyle hap haline getirilmiş tezler, bizim düşünce ve siyaset hayatımızda, kitlelerin düşünce yapısının oluşmasında önemli yer tutmaktadır. Bunları birileri üretir, işine gelen siyaset, örgüt ve propaganda merkezleri de kullanır.
Kalıplaşmış, bilgi ve tahlil bakımından kısır ve çorak tekerlemeleri, en çok kullanan ve hararetle savunanlar da güdüklerdir. ‘Güdük’ deyince boyu kısa insanlar değil; bilgi, kültür ve düşünce fakiri, beyni ve kişiliği cüce insanlardan söz ediyoruz. Güdükler hakkında yanılmamak gerekir; onlar asla zavallı insanlar değildir. İnsanoğlu, bir alanda yeteneksiz ise mutlaka başka bir alanda üstün yeteneklere, becerilere, ince hünerlere sahiptir. Kişiliğindeki, karakterindeki bir eksikliği, öte yanda aşırı gelişerek tamamlar. Psikolojik bir telâfi mekanizması ile noksan tarafını dengeler. Ayrıca güdükleri kıyıda köşede, dağ başında aramayın; siyasi partilerimize, üniversitelerimizin kürsülerine, gazetelerimizin köşe başlarına ve televizyonlarımızın boşboğazlık programlarına bakın. Buralarda post kapan nice güdükler, her gün her konuda ahkâm kesiyor.
Siyaset dünyasında yer alan güdükler, politik çamur içinde oynamayı iyi becerir. Rakiplerine tuzak kurmak, ayak oyunu çekmek, güçlülere yalakalık yapmak, her an her konuda kıvırmak, onların ince sanatlarıdır. Liderine kalkan olup onun fedaisi rollerinde iken eğer umduğunu bulamazsa, ümidi kurursa, zehirli hançer kesilir. Fitne fokurdatmakta, iyi niyetli insanları kandırıp sürüklemekte kimseler eline su dökemez. Kısacası, güdük kişilikleri küçümsemek yanlıştır.
***
Güdüklüğün ve güdüklerin eksik olduğu hiçbir toplum, hiçbir din ve mezhep, hiçbir parti ve cemaat yoktur. Bizim mahallenin güdükleri de öteki akrabalarından farklı değildir.
Türk milliyetçileri, İmparatorluğun çöküşünün yaşandığı son yıllarda düşünce, sanat ve siyaset hayatında sahneye çıktılar, bu alanlarda yeni ufuklar açtılar. Cumhuriyetin kuruluşunda, yeni düzenin hazırlanmasında yön verici oldular. Yeni düzen oturdukça silikleştiler. CHP, DP, AP’de yer aldılar fakat devlet yönetimini biçimlendirmede başarılı olamadılar. Bu partiler içinde hep var oldular ama hep kaybeden oldular. Niçin? Cevabı bellidir: İnönü, Menderes ve Demirel’in entrikaları… Yani milliyetçilerin suçu, kabahati, eksiği, yetersizliği yok. Suçlu hep başkaları…
Günümüzün olayları arasında Türk milliyetçilerinin yaşadığı bazı sıkıntılar hakkında konuşurken, bizim mahallenin güdükleri söze aynı yerden başlıyor: “Başbuğumuzun ölümünden sonra…” Gerisi malûm, suçlu olan günah keçisi bellidir. Bizler, sütten çıkmış ak kaşık gibiyizdir. Dert yandığımız durum ve problemlerde bizim hiçbir günahımız, sorumluluğumuz yoktur.
Söz buradan açılınca ister istemez gerilere kayar ve “Bizi mahveden 12 Eylül…” düğümüne bağlanır.
12 Eylül darbesinin açtığı yaralar, sıkıntılar, acılar elbette derin ve önemlidir. Sonrasındaki ilk yıllarda yaşanan çileler az değil… Fakat otuz yıl geçti, otuz! Dünya otuz defa değişti. O günün üniversite öğrencisi ülkücü gençler, şimdi altmış yaşında, torun tombalak sahibi. O günkü bebekler, bugün kırk yaşında.
Yakın tarihin olaylarını tahlil etmek, bunun için o dönemi yazmak, konuşmak, dersler çıkarmak ayrı bir konu ve son derece önemlidir. Ancak kendi hastalıklarımızı, yanlışlarımızı, yetersizliklerimizi, beceriksizliklerimizi; sonuç olarak başarısızlıklarımızı örtmek için 12 Eylül’ü kalkan edinip ardına sığınamayız.
Hâlâ daha aynı masallarla avunmaya aynı yakınmalarla, mazeretlerle kendimizi savunmaya hakkımız var mı?
Türk milliyetçileri aynaya bakmalı, aynaya…