İletişim: omurpasha@hotmail.com
Türkiye son on yıl içerisinde, çağdaşı ülkelerde eşi benzeri görülmeyen büyüklükte bir sığınmacı akınıyla karşı karşıya kaldı. Resmi rakamlar ve farklı mecralardan dillendirilen rakamlar birbirini tutmasa da; her iki veri bu konuda rekor sahibi olan ülkenin Türkiye olduğunu göstermektedir. İklim değişiklikleri sebebiyle birkaç on yıl içerisinde gerçekleşmesi düşünülen göçler öncesinde Türkiye’nin bu tip bir akın ile karşı karşıya gelmiş olması endişe vericidir. Hal böyleyken Türk’ün düşünen aklı olması gereken; genel olarak Türk intelijansiyasında, özel olarak ise Türk akademisinde durumlar nedir diye bakıldığında hayal kırıklığı ile karşılaşılmaktadır.
Son on yıldır sığınmacı akınına uğranıyor olmasına rağmen Türkçe literatürde Suriyeli sığınmacılar hakkında gerçekleştirilen çalışma sayısı birkaç bin ile sınırlı kalmıştır. Niceliğin ötesinde niteliğe bakıldığında ise çalışmaların çok büyük bir kısmının (hatta tamamına yakınının) farklı sosyal grupların “Suriyeli sığınmacılar hakkındaki tutumları/algıları/görüşleri” temelinde şekillenen çalışmalar olduğu görülmektedir. Türk akademisindeki “görüş/tutum/algı” araştırma aşkı bu olguda da kendisini göstermiştir diyebiliriz. Ancak “görüş/algı/tutum” tespit edildikten sonraki aşamaya geçilememiştir. Elbette bu konuda yapılan değerli araştırmalar da vardır. Ancak bu tür çalışmalar ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır.
Akademik çalışmaların, alıcısının çok sınırlı olduğu bilinmektedir. Çoğu zaman akademik bir makalenin bir yıldaki toplam okunma sayısı, aynı kişinin/yazarın bir tweetinin veya diğer sosyal medya mecralarındaki paylaşımlarının haftalık, hatta günlük etkileşim sayısının altında kalabilmektedir. Bu mecralarla birlikte asılı ve görsel medya organlarındaki etkinlikler de daha geniş bir kitleye hitap etmektedir. Dolayısıyla toplumu ve ülkeyi ilgilendiren önemli konularda entelektüellerin bu mecralardaki etkinliği kamuoyunun oluşması açısından önem arz etmektedir. Hal böyleyken Türk akademisinin ne yazık ki kendi konfor alanlarını riske atmamak veya tamamen her şeye kayıtsız olmak gibi sebeplerle “sığınmacılar” ile ilgili akademik çalışmalardan olduğu gibi, bu tip faaliyetlerden de uzak durdukları görülmektedir. Oluşan boşluk, farklı farklı ideoloji mevzilerinde konumlanmış olan köşe yazarları, “stratejistler”, “gazeteciler”, “fenomenler” vb. tarafından doldurulmaktadır (burada intelijansiyanın tüm sorumluluklarını, hatta fazlasını da yerine getirmekte olan entelektüelleri bu değerlendirmelerin dışında tuttuğumuzu tekrar hatırlatmakta yarar var).
İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur. Çoğu, milletin ve devletin vergileriyle okumuş olan ve şimdi de aynı kaynaktan beslenen Türk intelijansiyasının ve Türk akademisinin mensupları [1] değil de Toros köylerindeki Fatma teyzeler, Çukurova tarlalarında ekmeğinin peşindeki Ahmet amcalar, Anadolu bozkırlarındaki Süleyman dedeler, dersteki öğrenciler, operasyondaki askerler mi bu meseleler hakkında kafa yormalı veya fikir üretmeli? Olan budur. Halkın geri kalanını bilimsel ve fikri düzlemde besleyecek, kamuoyu oluşturacak veya oluşmasına hizmet edecek nitelikte bilgi ve fikir üretsin diye beslenen bir zümre işini yapmayınca; o iş de ekmeğini kazanmak için farklı alanlarda uzmanlaşmak durumunda kalmış milletin geri kalanının omuzlarına yüklenmektedir. Hal böyle olunca da çoğu zaman bilimsel temelden yoksun ve yine çoğu zaman da milletin varlığını koruyacak refleks şeklinde ortaya çıkan fikir ve eylemler vuku bulmaktadır. Öyleyse intelijansiyayı beslemek için bunca zahmete ve masrafa ne gerek vardır?
Mesele sığınmacılar konusunda “şu” perspektiften, “bu” perspektiften bilgi üretmek veya görüş bildirmek meselesi değildir. Mesele işini yapıp, ülkenin ve milletin geleceği açısından önem arz eden bir konuda uzmanlık alanının gereğini ortaya koymaktır. Bu yapıldığında, sığınmacılar konusuna bakışta “a” perspektifine mi zemin sağlamış, “b” perspektifini mi güçlendirmiş bunlar önemli değildir. Zira hangi perspektifin doğru olduğunu bilimsel zeminde sunacak olan da esasında bu çalışmalar olacaktır. Entelektüel, mazisini göz önünde bulundurduğumuzda özellikle Türk entelektüeli, bu sorumluluğu alabilecek olan kişidir. Ancak Türk intelijansiyası ve Türk akademisinin konfor alanını riske atmak istemeyen ezici çoğunluktaki mensupları, bu konuda hiçbir şey yapmamayı tercih etmektedir. Böylelikle ne “a” perspektifi, ne de “b” perspektifine bulaşmayarak hem mevcut statüko içerisinde hem de gelecekte konfor alanını “riske atmamış” olmaktadır. Şimdilik. Zira yukarıda da dile getirildiği gibi “insan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur”. Ne Türk tarihi, ne de Türk’ün milyonlarda yaşayan ve aktarılan idraki bu ihaneti unutur.
[1] Türk intelijansiyası ve Türk akademisi birbirinden ayrı tutulmuştur. Yazara göre “Türk akademisi” tabiri ile üniversitelerdeki akademisyenler ve Milli Eğitim bünyesindeki öğretmen ve idareciler kastedilmektedir. Türk akademisinin tüm fertlerinin intelijansiya içerisinde sayılması gerekirken; ekseriyetinin bu özellikleri taşımaktan uzak olmasından dolayı ayrı olarak ele alınmıştır.