İletişim: omurpasha@hotmail.com
Tarih eğitimi, milli bilincin teşekkülü ve milli kimliklerin inşasında edindiği rolü, 19. yüzyıldan günümüze değin muhafaza etmektedir. Devamlılığına rağmen bu rol, dünya genelinde farklı dönemlerde hâkim olan bilimsel paradigmalara paralel bir şekilde biçim ve yöntem açısından önemli değişimler geçirmiştir.
Ulus devletlerin ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyılda hâkim olan pozitivist bilim paradigması, bilginin ve gerçekliğin doğasını ‘nesnel’ bir anlayışa indirgemişti. Buna göre gerçek ve doğru olan, onu algılayandan bağımsız bir şekilde tektir. Pozitivist anlayışın dayattığı bu ilke, her ne kadar deney ve gözlem teknikleriyle veri toplamaya imkân sağlayan doğa (fen) bilimlerinin argümanları ile şekillenmiş olsa da; zamanla sosyal bilimleri de bu pota içerisine çekmiştir. Tarih disiplini de bu anlayıştan önemli bir biçimde etkilenmiştir. Nesnel gerçekliği yakalamak adına tarih disiplininin ön plana çıkarttığı temel argüman tarihsel kanıtlara dayalı tarih yazımı olmuştur. Tarihsel kanıtlar konusunda en zengin arşivler ise doğal olarak devlet arşivleri olmuştur. Tarihçiler, ‘nesnel’ gerçekliği ‘yaratmak’ amacıyla (ulus) devletlerin arşivlerine yönelmiş ve müthiş bir milli tarih devrimi yaşanmıştır. Leopold von Ranke’nin başı çektiği bu çalışma prensibi, ‘Ranke Devrimi’ olarak nitelendirilmiş olup, ulus devletlerin milli kimlik yaratma hususunda güçlü bir argüman edinmelerine vesile olmuştur. 19. yüzyıldan günümüze değin, milli kimliklerin yaratımı hususunda ulus devletler tarih eğitimini başarılı bir şekilde kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. Ulus devlet arşivlerine göre oluşturulan, tek doğruya dayalı doğrusal tarih anlatımı, birbirleriyle çakışan ve çatışan tarih anlatılarının doğmasına sebep olmuş ve milli tarihler arası tartışmalı konuların doğuşuna zemin hazırlamıştır. Milli tarih anlatılarında düşman bir ‘öteki’nin yaratılması; milli bilincin, milli birlik ve beraberliğin bu ‘öteki’ye karşı güçlendirilmesini sağlamıştır. Ancak ulus üstü birlik girişimleri gündeme geldiğinde (örneğin Avrupa Birliği), milli tarih anlatılarının ortaya çıkardığı ‘öteki’ler sorun olmaya başlamıştır. Burada imdada koşan, farklı bir bilim paradigmasının sunduğu ilkeler olmuştur.
20. yüzyılın ikinci yarısında, pozitivist paradigma tamamen hâkimiyetini kaybetmese de büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Bunun sebebi, pozitivist paradigmanın algılayandan bağımsız ‘nesnel’ gerçeklik algısına, yorumlamacı bilim paradigması tarafından gerçekleştirilen taarruzdur. Yorumlamacı bilim paradigmasının temeli; gerçekliğin, onu algılayan özneye göre değişim gösterebileceği anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayışın tarih eğitimi üzerindeki en büyük yansıması, tek bir perspektiften tarihsel anlatı sunmak yerine çok perspektifli bir anlatının benimsenmesi olmuştur. Herhangi bir tarihsel olay veya olgunun, olayın tarafları açısından ihtiva ettiği farklı manalar birlikte sunulmakta ve bireyin eleştirel düşünme ve empati becerileriyle tarihsel olayı farklı bakış açılarından analiz edebilmesi istenmektedir. Dolayısıyla burada ön plana çıkan husus 21.yüzyılın temel vatandaşlık becerileri arasında da gösterilen eleştirel düşünebilme becerisidir. Avrupa Birliği’nin, Avrupalılık bilincini inşa etme hususunda tarih eğitimine biçtiği rol, bu yöntem üzerine şekillenmiştir.
Ulus devletler ve milli kimlik oluşturma çağını, farklı siyasi teşkilatlar altında geçirmiş olan Türk Dünyası, bugün ulus üstü birlik girişimleri ile dikkat çekmektedir. Azerbaycan ve Türkistan’daki Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının hemen ardından başlayan ilişkiler, kurumsallaşma yolunda büyük mesafe kaydetmiştir. 2009 yılında kurulan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi/Keneşi), bu konuda önemli bir örnektir. Türk Dünyası’ndaki bütünleşme çalışmalarının temel odak noktasını bugün, henüz yeterli düzeyde olmasa da bu kurum teşkil etmektedir.
Türk Dünyası ülkeleri arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi ve kurumsal bir çatı altında toplanmasına paralel bir şekilde, Türk Dünyası’nda ortak bir tarih anlayışı inşa etmek amacıyla ortak Türk tarihinin öğretimi meselesi gündeme gelmiştir. Ancak ne yazık ki 1990’lı yıllardan günümüze kadar henüz bu konu neticelendirilememiştir. Özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan sorunun temelinde tarih eğitiminde gerçekleşen paradigma kaymasının tam olarak kavranamaması ve pozitivist anlayışın vücut verdiği bir tarih öğretimi dizaynı etkili olmuştur. Devletler arasındaki tartışmalı tarihi konuların nasıl anlatılacağına yönelik ortaya çıkan sorunlar, ortak Türk tarihinin öğretimi konusunda atılan adımları sonuçsuz bırakmıştır. Bu durum, farklı Türk devletleri bünyesinde yetişmekte olan genç dimağların ortak bir tarih anlayışı inşa etmeleri konusunda telafisi güç bir zaman kaybına sebep olmuştur.
Türk Konseyi bünyesinde çalışmalarını yürütmekte olan Uluslararası Türk Akademisi’nin ‘Ortak Türk Tarihi’ konusunda hazırladığı kitap bu konuda ümit vaat etmektedir. Ancak tabandan kopuk bir şekilde hazırlanan kitabın hazır olduğunu bildiren çok sayıdaki habere rağmen Türk Dünyası’nda bu kitabın okutulmasına henüz başlanamamıştır. Bu sebeple içeriği ve nasıl bir öğretim programı üzerine inşa edildiği bilinmemektedir.
Türk tarihi, farklı hanedanlar tarafından teşkilatlandırılmış çok sayıdaki Türk devletinin kardeş kavgalarını barındırmaktadır. Milli bilincin teşekkülü esnasında, tarih eğitimine biçilen rolün gerçekleştirilmesinde, bu kardeş kavgaları onlarca yıl boyunca her devlet için kendi perspektifinden ele alınarak sunulmuştur. Dolayısıyla Türk Dünyası içerisinde vücut bulmuş olan mikro milli kimliklerin, Türk devletleri arasında cereyan eden tarihi meselelere bakış açıları farklıdır. Ortak Türk tarihinin öğretiminde, bu meselelerin çağdaş bilimsel paradigmalar ışığında ele alınması ve çok perspektifli bir yapıda eleştirel düşünme becerisi ışığında inşa edilmesi elzemdir. Türk tarihindeki tartışmalı konuların tek bir perspektiften sunumu veya tamamen görmezden gelinmesi, Türk kültür birliği yolunda ilerleyen Türk devletlerinin amaçlarına köstek olacak mahiyette bir hatalar silsilesinin devamından başka bir şey olmayacaktır. Yüzlerce yıl boyunca birbirlerini boğazlayan Avrupa milletlerinin, AB çatısı altında Avrupalılık kimliğinde buluşabildiğini göz önünde bulundurursak; tarihte pek çok kez aynı siyasi teşkilat altında, aynı kültür havzasında buluşma başarımını sergilemiş, aynı dili konuşmuş Türk topluluklarının ortak bir tarih anlayışı ve ortak bir kimlik inşa etme hususunda daha fazla enstrümana sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda geçmişte yapılan hatalardan ders çıkarılmaması, benzer hataların tekrarlanması, belki de Türk milletine telafisi mümkün olmayan bir zaman kaybına sebep olabilecek, ileride benzer idealler uğruna gerçekleştirilebilecek çalışmaların önüne set çekebilecektir. Bu sebeple Türk kültür birliği idealini ihya edecek şekilde, ‘Ortak Türk Tarihi’nin içeriğini ve öğretimini, amaca uygun bilimsel paradigmalar ışığında geliştirmek üzere çalışmak her Türk eğitimcisi için milli bir görevdir.