İletişim: omurpasha@hotmail.com
Paternalizm, devlet ve vatandaş arasında, devletin vatandaşlarının refahını ve iyiliğini sağlama rolünü üstlendiği ve bunun karşılığında sadakat beklediği, ‘babacılık’ olarak da adlandırılan bir ilişki biçimidir. Kültür kodları ve tarihsel gelişim açısından daha çok doğu toplumlarında karşılaşılan bir durum olmakla birlikte, pek çok çağdaş Batı toplumunda da paternalist uygulamalara rastlanmaktadır. Ataerkil toplum yapısının, toplum içerisindeki kurumsal yapıya sirayeti olarak nitelendirilebilecek olan bu kavram, ‘baba-evlat’ ilişkisine benzetilerek ‘pederşahilik’ gibi kavramlarla da açıklanmaktadır. Paternalist yaklaşımdaki devletin, vatandaşlarına ‘baba’ gibi tavır sergilediği söylenebilir.
Devletin, vatandaşa dikte etmek suretiyle dayattığı ve onu korumayı amaçlayan pek çok uygulama paternalizm ile bağdaştırılabilir. İnsanın özgürlüğü bağlamında, hukuki açıdan bazı eleştirel yaklaşımların da bulunduğu bir ilişki biçimidir. Ancak diğer yandan pek çok hukuk kuralı ve kamu hizmeti de paternalist uygulamaların yansımasından ibarettir. Devlet-vatandaş arasındaki bu ilişki biçimi kamusal alanın hemen hemen her alanına tesir etmiştir; eğitim, sağlık, güvenlik vb. En basit örnekler olarak vatandaşın iyiliği için zorunlu 12 yıllık eğitim, standartlaştırılmış öğretim programları, trafikte emniyet kemeri takma zorunluluğu, koruyucu aşı uygulamaları vb. verilebilir. Tüm bu uygulamalar devlet tarafından zorunlu tutulmakta ve temelde vatandaşın iyiliği için gerçekleştirilmektedir.
Yukarıdaki örnekler arasında da temas edilen standart öğretim programı ve zorunlu eğitim uygulamaları, 19. yüzyıldan günümüze kadar devlet tarafından gerçekleştirilen kültürleme ve milli kimlik kazandırma politikalarının en güçlü enstrümanları arasında yer alır. Tarih, coğrafya, vatandaşlık ve sosyal bilgiler öğretim programları çoğu kez bu uygulamaların emrine amade kılınmıştır. Günümüzde de bu durum böyledir. Bunun en bariz örneği, Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse tamamen eğitim ve kültür politikalarıyla yaratılan ve yaratılmaya devam eden suni ‘milli’ kimliktir. Toplumları zaten ortak bir geçmiş ve kültürü paylaşmış olan doğal milli karaktere sahip devletler ise, bu konuda daha güçlü argümanlarla aynı faaliyetleri sürdürebilmektedir. Türk kültür havzası da yedi devlet ile her biri birbirinden bağımsız şekilde aynı faaliyet içerisinde mikro milli kimlikleri güçlendirme misyonlarını milli bir politika addederek sürdürmektedir. Pozitivist bilim paradigmasının, tarih disiplinine sağladığı ‘kesinlik’ argümanı ve dili, 100-150 yıl önce nasıl milli tarih anlatılarının güç kazanmasını sağladıysa, günümüzde de devamını sağlamaktadır(1). Milli kimliği güçlendirici paternalist eğitim anlayışı, bu mantık ve kuramsal temelle hala güçlü şekilde yoluna devam edebilir. Ancak mevzu, ulus üstü birlik girişimini (siyasi veya kültürel olması fark etmez), ortak tarih, coğrafya ve vatandaşlık dersleriyle desteklemek suretiyle ortak bir milli kimliği veya bilinci yaratmak olunca tek doğruya dayalı ‘kesin’ tarih anlatısı, adeta namlusu ters dönmüş bir silaha dönüşmektedir.
Türk Dünyası, Kafkasya ve Türkistan’daki Türk devletlerinin bağımsızlığının kazanılmasının ardından idealist bir yaklaşımla ‘ortak tarih’ çalışmalarına başlamıştır. Bunu yaparken de, mikro milli kimlik yaratıcı ‘ulusal’ tarih anlatılarında izledikleri felsefi ve kuramsal temelin aynısını kullanmaya çalışmışlardır. 2009 yılında kurulan Türk Konseyi kapsamında faaliyetlerini yürüten Uluslararası Türk Akademisi’nin “Ortak Türk Tarihi Ders Kitabı Projesi” de aynı temele dayanarak hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bu durumu kısaca özetlemek gerekirse, devletlerin ortak geçmiş ve kadere sahip kendi vatandaşlarına paternalist bir yaklaşımla dikte ettiği (başarılı) milli eğitim bir model olarak alınmıştır. Şimdi de devlet üstü bir yaklaşımla, ortak geçmişi büyük yara almış, milli kimlikleri farklı teşekküller ile şekillendirilmekte olan farklı Türk topluluklarına ‘ortak Türklük bilinci’nin veya ‘ortak Türk tarihi’ algısının yine paternalist bir yaklaşımla kazandırılması amaçlanmaktadır. Bu Türk topluluklarının tarihi süreçte defalarca savaştıklarını ve mikro milli tarih anlatılarında çok sayıda tartışmalı konuyu barındırdıklarını da hatırlatmakta yarar var. Bir yandan Türk devletleri zorunlu ulusal öğretim programları ile mikro milli kimlikler yaratırken, diğer yandan yine aynı Türk devletleri tarafından kurulan devlet üstü bir kurum, kuramsal temeli mikro milli anlatılar ile aynı olan ancak ‘genel Türklük’ bilincini aşılayacak bir tarih öğretimini dikte etmeye hazırlanmaktadır. Yani bir yandan ‘mikro milli kimlik’ (Türk, Türkmen, Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri) paternalist bir anlayış ile güçlendirilip, vatandaştan bu kimliğin gerektirdiği sorumluluk ve refleksleri gerçekleştirmesi beklenirken (örn. ulusal çıkar); diğer yandan aynı vatandaşın ‘genel Türklük’ bilinciyle Türk kültür havzasının herhangi bir noktasındaki mazlum soydaşı ile duygudaşlık kurması ve sorumluluk üstlenmesi beklenmektedir/beklenecektir. Hal böyle olunca da, Doğu Türkistan örneğinde sıklıkla karşılaşıldığı gibi, Çin gibi bir devlet ile ilişkilerini zedelemek istemeyen Türk devletleri, ‘ulusal çıkar’ın çağdaş uluslararası ilişkilerdeki başat etkisinden bir türlü sıyrılamamaktadır, gelecekte de sıyrılamayacaktır. Zira mevcut uluslararası ilişkilerin ilkeleri de, milli devletler arasındaki ilişkilerin doğasından teşekkül etmiştir. Her biri kendi içine kapalı ve kendi çıkarını düşünen yapılardan bahsedildiğinde bu normaldir. Ancak devlet üstü birlik girişimleri söz konusu olduğunda bu durum birçok örnek olayda sorun yaratabilmektedir.
Ortak tarih anlatısının, ‘mikro’ milli tarih anlatılarında kullanılan felsefi ve kuramsal temele göre şekillendirilmesi, ‘Ortak Türk Tarihi’ kitaplarında hangi devlete kaç sayfa ayrılacağı konusunda dahi anlaşmazlıkları körükleyip projeleri rafa kaldırma aşamasına getirmiştir. Bu durum dahi Türk Dünyası’nda ortak eğitim uygulamalarında izlenmeye çalışılan yaklaşımın garabetini göstermeye yetmektedir. Hal böyle olunca, çare olarak tartışmalı konulara zemin hazırlayan siyasi tarih konularını mümkün mertebe ortadan kaldırıp, devletlerin tümüne eşit sayfalar ayırıp, (yine tek doğrulu pozitivist tarih anlatısı ile) sosyal tarihi ön plana çıkarmayı gündeme getirenler zuhur etmekte ve pıtrak gibi çoğalmaktadır. Sosyal tarih elbette önemlidir, ancak genç beyinlere önce sosyal tarih ile ‘bir’ olduklarını söylemek, sonra mikro tarih anlatılarında birbirlerini ‘öteki’ olarak kodlamalarını istemek önce yazıp sonra silmeye benzeyecektir. Bu durum ortak derslere ek olarak, ulusal öğretim programlarının da düzenlenmesi gerektiğini göstermektedir. Ancak ulusal programların, ortak derslere göre düzenlenmesi de sorunu tam olarak çözmeyecektir.
Mesele hangi devlete kaç sayfa ayrılacağı sorunu değildir, mesele devletlere ayrılacak sayfa sayısını sorun olarak idrak eden zihinler meselesidir. Bu da yine ancak mevcut eğitimin dikte ettiği bir meseledir. Temelinde eğitim tasarımının üzerine kurulmaya çalışıldığı felsefi ve kuramsal temelin, amaçlar ile uygun bir kombinezona asla imkân sağlamayacak bir yapıda olması yatmaktadır. ‘Birlik’ idealini aşılayacak, Türk Kültür Birliği idealini güçlendirecek bir ortak eğitim hedefleniyorsa, bunun için mevcut çalışmalarda izlenen felsefi temelin, bilimsel paradigmanın ve epistemolojik anlayışın tamamen değiştirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde müthiş bir zaman, emek ve kaynak israfı gerçekleşecektir. Görünen manzara söz konusu projelerin, paternalist bir yaklaşım ile tabanın iyiliği için tabanın müdahalesinden arınık bir şekilde inşa edilip dikte edileceğini göstermektedir. Vatandaşlar da bu kültüre meyilli olduğu için muhtemelen bu israf gerçekleşecek ve ne yazık ki başarısızlık yaşanacaktır. Genç kuşak eğitimciler, şahit olacakları bu başarısız deneyden gerekli dersleri çıkarıp üzerine inşa etmeleri gerekecek olan sistem için şimdiden kolları sıvamalıdır. Aksi takdirde 1990’ların başından beri ‘ortak eğitim’ konusunda defalarca tekrar eden başarısızlıklar silsilesi, meseleyi kangrene dönüştürüp uzuv kaybına sebep olana kadar devam edecektir. Türk Dünyası’nın bu konudaki olası tek şansı, uzuv kaybının bu deney sonrasında yaşanmamasıdır.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz çağrımızı yineleyerek Uluslararası Türk Akademisi’ne “Uluslararası Ortak Türk Tarihi Sempozyumu” ve “Uluslararası Ortak Türk Tarihi’nin Öğretimi Sempozyumu”nun Türk Dünyası tarihçilerinin ve eğitimcilerinin katılımına açık bir şekilde gerçekleştirilmesi ve ortak aklın işletilmesi hususunda sesleniyoruz.
Değişen bilim paradigmalarının tarih disiplini ve tarih eğitimi üzerindeki yansımaları konusunda ayrıntılı bilgi için Milli Devlet gazetesinin 14. Sayısında yayımlanan “Türk Dünyası’nda Ortak Türk Tarihi’nin Öğretimi” başlıklı yazımıza bakılabilir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi ve öneriler için ise aşağıda künyesi verilen akademik çalışmadan faydalanılabilir:
(1) Kızıl, Ömür (2018). Ortak Türk Tarihi’nin Öğretimi Kapsamında Türk Tarihindeki İhtilaflı Konuların Öğretimi Meselesi. Mehmet Akif Kireçci (Editör), Türk Cumhuriyetlerinde Bağımsızlık ve Devlet İnşa Süreci içinde (s. 311-356) Türkistan, Almatı: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.