İletişim: omurpasha@hotmail.com
Türk Dünyası’nda siyasi ve kültürel bölünmüşlüğün bir benzeri ile din ve inanç alanında da karşılaşılmaktadır. İlk yazıda değinilen Türk Dünyası’nın coğrafi tasnifine göre din ve inanç alanındaki bu bölünmüşlüğe bakarsak; Türkistan’da Sünni İslam’ın Hanefilik mezhebi; İran ve Azerbaycan’da Şii İslam’ın Caferilik mezhebi; Batı Türklüğünde, Hopa-Tarsus hattının doğusunda Sünni İslam’ın Hanefilik ve Şafilik mezhepleri ile Şii İslam’ın bazı mezhepleri, Hopa-Tarsus hattının batısında ve Balkanlarda ise yaygın inancın Sünni İslam’ın Hanefilik mezhebi olduğu görülmektedir. Bunun yanında Rusya Federasyonu içerisinde Şamanist ve Hıristiyan olan Türk topluluklarına rastlamak da mümkündür. Keza Gagavuzya’daki Türk topluluğu da Hıristiyanlık dinine mensuptur. Bu durum Türk Dünyası’nın dini inançlar bakımından, Hanefilik baskın olmakla birlikte mozaik bir yapı sergilediğini göstermektedir. Kimliğin, tarih bilinci, mekân algısı ve dil ile birlikte bir diğer önemli unsurunun da inanç faktörü olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu durumun Türk Dünyası bütünleşmesi açısından taşıdığı önem ortadadır. Dolayısıyla Türk Dünyası bütünleşmesine doğru giden yolda hazırlanan eğitim-öğretim politikalarında bu hususun görmezden gelinmesi mümkün değildir.
Din hususunda hazırlanması gereken eğitim politikalarında, daha önceki yazılarda bahsettiğimiz etnopedagojinin çalışma prensiplerini işe koşmak zaruridir. Bunun için de Türk topluluklarının mevcut dini inançları ile ilgili tarihsel arka planı bilmek gerekmektedir. Türk Dünyası’nda yaşanan İslam, diğer İslam ülkelerinde yaşanandan oldukça farklıdır. Kuzey Müslümanlığı da denilen Türk Müslümanlığı; İslam inancının Türk aklından süzülmesi ile Hanefilik, Maturidilik ve Yesevilik üçgeninde şekil almıştır. Türk Dünyasında din anlayışını anlamak isteyenler bu üç sacayağını dikkate almak zorundadır(1). Bu üç sacayağından Hanefilik, Türk Müslümanlığının fıkhi-ameli boyutunu; Maturidilik, itikadi-inanç boyutunu; Yesevilik ise ahlak boyutunu oluşturmaktadır. Türk Müslümanlığını kendine özgü kılan en önemli faktör, bu üçlü yapının akla yüklediği değer ve önemdir.
Hanefilik’te akıl, dinin anlaşılması ve yorumlanmasında mutlak bir yetkiye sahiptir. Buna göre kişi, ayetler ile ilgili yaptığı yorumlar dolayısıyla küfre düşmez ve tekfir edilemez(2). Aynı akıl taraftarlığına sahip İmam Maturidi de benzer görüşleri itikadi sahada temellendirmiştir. Maturidi bunu yaparken aynı zamanda modern epistemoloji tarafından da bir benzeri kullanılan bilgi teorisini inşa etmiştir. Maturidi’nin kurduğu bilgi teorisinde, bilginin üç temel kaynağı vardır; akıl, duyular ve haber. Maturidi incelediği konuları, bu üç bilgi kaynağı ile temellendirmeye çalışırdı. İmam Maturidi’nin, Türkistan’da sistemleştirmiş olduğu bu din anlayışı akılcı-hadari din anlayışı olarak isimlendirilmiştir(3).
Maturidilik gibi Yesevilik de; İslam’ın Türk aklından süzülmesiyle oluşturulmuş ahlak merkezli bir tasavvufi anlayıştır. Tıpkı Maturidilik gibi Yesevilik de dışarıdan ithal edilmemiş, Türkler tarafından geliştirilmiştir(4).
İslamiyet’i bu üçlü sacayağı üzerinde kabul eden Türk toplulukları, aynı anlayışı gittikleri tüm coğrafyalara yaymışlardır. Türkistan’dan başlayan yürüyüş, İran, Anadolu ve Balkanlar ile devam etmiştir. Ancak 16. yüzyılda İran merkezli olarak güçlenen Safeviler, Şii inancını ihya ederek Türkistan ile Batı Türklüğü arasına dini bir set çekmiştir. Safevi etkisi, Hopa-Tarsus hattının doğusundaki Doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarında da kendisini göstermiştir. Bu olay, Türk Dünyası’nın dini açıdan bölünmesinde önemli bir kilometre taşıdır.
Safevilerin Türk Dünyası’nı dini açıdan bölmesinden kısa bir süre sonra, Türkistan’da Hanefilik-Maturidilik-Yesevilik üçlü anlayışını imar eden önemli medeniyet merkezleri siyasi, kültürel ve ekonomik yozlaşma ile eski önemlerini kaybetmiştir. Böylelikle bir zamanlar İslam düşüncesini üreten merkezler, dini alanda da çevresinden kopmuş ve taassup içerisine düştükleri bir döneme girmişlerdir. Aşağı yukarı aynı dönemlerde, Batı Türklüğü Arap coğrafyasını ele geçirmiş ve buradaki Eşari ekolüne mensup din ve ilim adamlarını önemli merkezlere getirerek Hanefi-Maturidi-Yesevi çizgisinin sarsılmasına sebebiyet vermişlerdir. Hâkim toplulukların Türkler olmasından dolayı, bu durumun üçlü sacayağı üzerinde yarattığı tahribat, diğer Türk bölgelerine göre daha az olmuştur.
Türkistan ve Azerbaycan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi ve sonrasında uygulanan asimilasyon politikaları, bu bölgelere büyük zararlar vermiştir. Rus işgalinin ilerleyen yıllarında, inanç ve vicdan özgürlüğünden yararlanarak Hanefi-Maturidi kültürün kendi öz kaynaklarından hareketle dini bilginin yeniden üretilmesini hedefleyen yeni bir akım doğmuştur. Kursavi, Mercani, Abdullah Bubi, Rızaeddin b. Fahreddin, İsmail Gaspıralı ve Carullah gibi isimlerin ortaya koyduğu çalışmaların başı çektiği bu yeni akıma Ceditçilik adı verildi(5). Taassubun ağır bastığı bir diğer grup ise Kadimciler olarak isimlendirilmişti. İki grubun arasındaki çatışma, Rusya tarafından körüklendi ve Ceditçiler sürgün ve ölüm gibi yöntemlerle bastırılmaya çalışıldı. Bir müddet sonra işgal güçleri Kadimcileri de hedef aldı ve tüm dini kurumlar kapatıldı.
Sovyetler döneminde, tüm bunların yanında din aleyhtarlığı da gündeme geldi. Türklerin İslam ile bağları kesilmeye çalışıldığı gibi Türk Dünyasında hâkim olan üçlü yapı tarumar edilmeye çalışıldı. Bir müddet sonra da Sovyetlerin resmi ideolojisini destekleyecek din adamları yetiştirmek için yeni medreseler açıldı ve buralara Arap coğrafyasından din adamları tayin edildi. Dolayısıyla Türk Müslümanlığının kendisine özgü üçlü sacayağından bihaber Arap din adamları, Türklere “unuttukları” İslamiyet’i aşılamaya başladı. Bu durum Türkistan’a, Arap ülkelerindeki İslami eğilimlerin girişine sebep oldu. İran’ın da bölgeyi hedef alması neticesinde iş biraz daha karışık hal almıştır. Şiilik, İsmailiyye, Vahhabilik gibi mezhepler ve Hizbu’t-Tahrir, Cemaat-i İslamiyye gibi dini cemaatler Fergana’ya çok büyük önem vermektedirler(6).
Türk Dünyası’nın din ve inanç alanında sergilemekte olduğu bu bölünmüş yapı, Türk Dünyası Eğit-politiği açısından önemli bir faktör olarak sekülerizmi gündeme getirmektedir. “Seküler” sözcüğü, “nesil”, “periyod” ve “yüzyıl” gibi anlamlara gelen ve zamanla Latince’de “dünya” anlamında kullanılmaya başlanan bir sözcüktür(7). Dolayısıyla sekülerizm ise “dünyevilik” manasında kullanılmaktadır. Avrupa’da, dinin egemen olduğu Orta Çağ’ın ardından Rönesans ve Reform ile filizlenen ve Aydınlanma ile gerçek özünü bulan sekülerizm, bilgi ve değerlere dini perspektiften değil insani perspektiften bakmayı şiar edinir(8). Bu durum seküler insanın inançsız olduğu anlamına gelmez; aksine seküler insan, inancın ve kutsal olanın öznel alana ait olduğunu, hiç kimsenin bir diğerinin inancına müdahale edemeyeceğini ilke olarak kabul eder(9). Dolayısıyla seküler bir toplulukta, bireylerin din veya mezhep farklılıkları içtimai hayat içerisinde herhangi bir sorun teşkil etmez. Türk Dünyası’nın din ve mezhepler yönünden bölünmüşlüğü göz önünde bulundurulduğunda, Türk Dünyası bütünleşmesi açısından sekülerizmin önemi ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’deki eğitim tarihi, sekülerleşmeye pragmatist bir yaklaşım sergilendiğini göstermektedir(10). Aynı pragmatist yaklaşım, “birlik” ve “bütünleşme” amacıyla daha büyük bir organizasyon ile Türk Dünyası açısından da sergilenebilir. Eğitime seküler yaklaşım bilim ve din arasında süregelen çatışmayı da ortadan kaldıracaktır. Zira esasında bilim ve din alanları birbiriyle kesişmeyen, örtüşmeyen alanlardır. Amaçları da, kullandıkları yöntemler de birbirinden farklıdır. Bilime dayanarak din hakkında yorum yapmak da, dine dayanarak bilim hakkında hüküm vermek de aynı derecede yanlıştır(11). Aksi bir durum bizi skolastik düşünceye götürecektir. Zira skolastik düşünce zannedildiği gibi bilime karşı, ondan apayrı bir düşünce alanı değildir; bilime ve bulgularına dini bir perspektiften bakarak açıklama getirme çabasının ürünüdür. Eğer seküler bir anlayış ile din ve bilim alanlarını kendi kulvarlarında rahat bırakmazsak saplanmış olduğumuz nokta skolastik düşünceden başka bir şey olmayacaktır. Böyle bir durum, Türk Dünyası’nın çağdaş medeniyetler arasında yerini almasının önünde büyük bir engel teşkil edecektir. Medeniyet liginde herhangi bir iddiası olmayan Türk Dünyası bütünleşmesi ise ancak başat güçlerin satranç tahtasına dönecektir.
Türk Dünyası Eğit-politiğinde seküler anlayışı egemen kılmak, dinin ve din eğitiminin göz ardı edileceği anlamına gelmemektedir. Zira Türk eğitim sisteminin pragmatist anlayış ile inşa edilen sekülerleşme tarihine bakılırsa, bu sistem içerisinde din eğitiminin yeni pozisyonunu görmek mümkündür.
Türk Dünyası’nda Hanefi-Maturidi inancının hâkim olduğu bölgelerde, Türk Müslümanlığı olarak adlandırılan Hanefilik-Maturidilik-Yesevilik ekolü, tekrardan tarihte olduğu gibi hakkıyla canlandırılabilirse, bu ekolün akıl ve bilim ile ilgili sunduğu görüşler, Türk Dünyası’nın bilim ve eğitim yolundaki yürüyüşüne destek olabilir. Dolayısıyla örgün ve yaygın “din eğitimi”nin yukarıda kısaca bahsedilen tarihi süreç içerisinde tahrip olan bu anlayışı güçlendirecek şekilde düzenlenmesi, bilim eğitiminin de kamuoyu tarafından itibar görmesine vesile olabilir.
Türk Müslümanlığı ve Maturidilik üzerine çalışmaları olan Prof. Dr. Sönmez Kutlu, dini düşüncede böyle bir ıslahatı yapabilecek uzmanlara ve ilahiyatçılara ihtiyaç olduğunu belirterek; önceliği İslam’ın temel kaynaklarını iyi bilen pedagoji, din pedagojisi, din sosyolojisi, din psikolojisi ve din felsefesi eğitimi verecek eğitimcilerin yetiştirilmesine ve eğitim kurumlarının oluşturulmasına vermektedir. Kutlu, ayrıca ortaokullara ve liselere seçmeli Din Tarihi gibi dersler koymak suretiyle gençliğin resmi devlet kurumlarında yetişmiş insanlar eliyle dini doğru bir şekilde öğrenmesi ve aşırı akımların önünün kesilmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu tip çalışmaları koordine etmesi ve Türk Dünyası dindarlığının üç boyutu ile ilgili (Hanefilik-Maturidilik-Yesevilik) bilimsel bilginin yeniden üretilmesi için gerekli tarihsel bilgi ve belgelerin edinilmesi, sempozyum ve kongrelerin düzenlenmesi ve yayınların gerçekleştirilmesinde büyük bir rol verdiği Avrasya İslam Araştırmaları Merkezi adıyla bir kurum önermektedir.
Bunların yanında Maturidi’nin Kitabu’t-Tevhid ve Yesevi’nin Divan-ı Hikmet adlı eserlerinin Türk Dünyası’nda yaşayan dillere çevrilerek yeni nesillere ulaştırılması önem arz etmektedir. Sönmez Kutlu, “Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati’t Türk’ü Türk dili ve lehçeleri açısından ne kadar önemliyse, bu iki eser de Avrasya coğrafyasının dini düşüncesi açısından o kadar önemlidir” diyerek konunun önemine dikkat çekmektedir.
(1) Kutlu, Sönmez (2017). Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Hanefilik-Maturidilik-Yesevilik. İstanbul: Ötüken Neşriyat, ss.39-45.
(2) A.e. ss.33
(3) A.e. ss.40
(4) A.e. ss.41
(5) A.e. ss.175
(6) A.e. ss.186
(7) Köçer, M. ve Egüz, Ş. (2014). Türk Eğitim Tarihinde Sekülerizm. Turkish Studies, Cilt: 9/5, ss.1448
(8) Immanuel Kant’dan akt. Köçer, M. ve Egüz, Ş. (2014). ss.1449
(9) A.e. ss.1449
(10) A.e. ss.1450
(11)Öksüz, İskender (2018). Bilim, Din ve Türkçülük. Ankara: Panama Yayıncılık, ss.38