Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Siyasetimizde bir zihniyet hastalığı: Tahttan tabuta

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

Bizim neslin ilk gençlik yıllarında tanıdığı siyasî liderler, zamanın akışı içinde birer birer göçüp gittiler.

İsmet İnönü, 1920’de başlayan siyasî kişiliği ile Türkiye’nin kaderinde önemli yeri olan bir devlet adamıydı. İmparatorluğun çöküşü sonrasında yeni devletin kuruluşu ve biçimlenmesinde büyük emeği olan önderlerden biriydi. Milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanlığı yapmıştı. 1960’lı yılların ortasında, bizler için o bir tarih adamdı. Artık seksen yaşındaydı, hareketleri ağırlaşmış, sesi boğuk, bazen hırçın, bazen nüktedandı. Bitkin görünüşü içinde gözlerinde ışıldayan cin bakışları, ona hoş bir hava verirdi. Bizler, onun hakkında nice övgüler ve nice yergiler dinleyerek büyümüştük. 1972 yılına kadar partisinin genel başkanlığını sürdürmüş, son yıllarda “artık yeter” homurdanmaları artmış ve parti kurultayında isteklerini kabul ettiremeyince istifa edip çekilmek zorunda kalmıştı. Bu, bir tarih adamın siyasî hayatının sonunda yere çakılmasıydı, hüzün vericiydi. Ertesi yıl, doksan yaşında öldüğünde ardında bir tarih ve engin bir hatıralar denizi bırakmıştı. “Keşke politikayı erken bıraksaydı…” diye buruk düşünceler dile getirilmişti.

Celal Bayar, hep İsmet Paşa’yla birlikte anılan bir insandı. O da 1920’den bu yana milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olmuştu. 27 Mayıs darbesiyle, Cumhurbaşkanlığı köşkünden hapishaneye sürüklendiğinde 77 yaşındaydı. Dört yılın ardından cezaevinden çıkışından sonra da politikadan uzak durmadı, aktif olarak değilse de bazı siyasî olaylarda ağırlığınca etkisini kullanmaya devam etti.

 Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan; bizim kuşağın siyasî yıldızları, önderleri, yol başçıları oldular. Türkiye’nin otuz yıllık siyasî hayatında hep önde, hep belirleyici, hep lider olarak var oldular. Onlara nice övgüler düzdük, nice sövgüler döktürdük. Birilerimizin coşkuyla övdüğüne ötekiler en galiz küfürleri sıvadılar.

Onların hepsi, kırk yaşlarında parlayan ve genel başkan olan siyasîlerdi. Zaman aktı, yaşları elli, altmış oldu, yetmiş oldu, seksen oldu. Onlar hep liderdi. Başarılar kazandılar, başarısızlık gösterdiler, ama hep lider kaldılar. 12 Eylül sonrasında, siyasî yasaklı olduklarından, partilerinde genel başkan olamadıkları yıllarda da ‘lider’ onlardı. 1987’de referandumla yasaklar kaldırılınca birkaç ay içinde partilerinin başına geçip, liderliklerini sürdürdüler.

Elbette zamanın keskin hükmü, her insan gibi onları da eritecek, bitirecekti.

***

Demirel, 1964 yılında genel başkan ve 1965’te başbakan olarak kırk yaşında siyasetin başköşesine oturmuştu. 12 Mart muhtırasıyla düşürülmüş ama kenara çekilmemiş, 1975’te koalisyon hükümetinin başbakanı olmuştu. Üç yıllık aradan sonra tekrar başbakandı ve 12 Eylül darbesiyle devrilmişti.  Partilerin yeniden kurulması sırasında siyasî yasaklı olduğundan genel başkan olamıyordu ama kurdurduğu partinin lideriydi. 1987’de genel başkan ve milletvekili olarak dönüş yaptı. 1991 seçimlerinden sonra başbakan, iki yıl sonra da cumhurbaşkanı oldu. 2000 yılında cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi. Bu görev sırasında ve hemen sonrasında da partiler tablosunun ve iktidarların şekillenmesinde rol oynamaktan uzak durmadı. Onun siyasî ömrü boyunca, Türkiye hep dalgalı oldu. Ama o, inişli çıkışlı yol yürümeye devam etti, lider olarak kaldı. ‘Altı defa gidip, yedi defa gelen başbakan’ nüktesi, elbette bir gerçeğin ifadesiydi. 2003 sonrasında tek parti iktidarı gerçekleşince etkisi kalmamıştı; birkaç yıl sonra köşesine çekildi.

Ecevit, 1957 yılında milletvekili, 1961’de bakan olarak politikada sivrildi. İnönü’nün yerine genel başkan ve 1973’te başbakan oldu. 1978 başından itibaren iki yıla yakın tekrar başbakandı. O yılların hırçın, keskin dilli politikacısı olarak hafızalarda yer aldı.12 Eylül sonrasında yeni parti kurdurdu ve yasaklar kalkınca genel başkanlığını üstlendi. 1991’de milletvekili oldu, azınlık hükümetinin ve 1999 koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yaptı. Ağır sağlık problemi vardı. 2002 seçimlerinde partisi hezimete uğradı.

Burada bir ara girişi yapalım:

Nursultan Nazarbayev’in, ‘Yüzyılların Kavşağında’ isimli kitabı 1996 yılında yayımlanmıştı. Siyaset ve devlet yönetimi alanında derin derslerle yüklü olan bu kitabı ertesi yıl Türkiye’de yayımladık. Sovyetler Birliği’nin çöküşüne giden yıllar ve dağılma sonrası dönem hakkında; gördüklerini, yaşadıklarını ve bilgilerini anlatıyor. 1970’li yılların sonunda bu büyük devletin yönetimi, yaşlı bir ekibin elindedir. Politbüro, ihtiyarlar kulübü halindedir. Kosigin, Suslov, Ustinov, Gromiko, Baybakov, Brejnev ve yanındakiler yorgun eski kahramanlardır. Kırk yaşlarında yükselmiş, devletin tepelerinde yaşlanmış bu insanlar; iktidara kaç yaşında geldiklerini unutmuş, koltuklarından kalkmayı düşünmüyorlardı. Yaşlı, sağlığı yerinde olmayan Genel Sekreter Brejnev, dış gezilerinde zor durumlara düşüyor, zaman zaman alay konusu oluyordu:

“1980 yılında Kazakistan’a son seferini hatırlıyorum: Genel Sekreter’in durumu çok ağırdı. Kendi ayakları üzerinde duramıyor, korumalarına dayanıyordu. Lenin Sarayı’nda kutlama töreni oluyordu. Gözlerine baktım; gözlerinde nur yoktu, umutsuz, hasta insan gözleriydi… O günlerdeki çok karmaşık ve tehlikeli problemleri, kendisi yürümekten aciz bir insan nasıl çözebilir?”

Nazarbayev’in bu sözleri, Ecevit’in son başbakanlık yıllarında sık sık aklıma düşüyordu: Bir zamanların enerji fışkıran Karaoğlan’ı, şimdi kendisini taşımaktan âciz bir ihtiyardı. Yaşlıydı, hastaydı, yürümekte zorlanıyordu. Televizyondaki bitkin görüntüsü, yabancı diplomat ve devlet adamlarının yanındaki çökmüş hâli, üzüntü uyandırıyordu. Bu duruma düşmüş bir insanın devleti yönetmesi, siyasetin doruğundaki yerini bırakmayışı, her yerde sürekli konuşulur olmuştu. Artık bu insan, ne partisinin başında ne de devlet yöneticiliğinde olamazdı. Ne hikmetse bunun çözümü bulunamıyordu. Parti içinde fokurdayan fitne, sonunda yarılıp bölünmeye yol açtı ve girdiği son seçimde silinip gitti. Onu seven insanlar, son yıllarında yaşadıklarını üzüntüyle hatırlayacaklar ve “Keşke erken bıraksaydı, bu duruma düşmeseydi…” diyeceklerdi.

Erbakan da partisine mutlak hâkim, kitlesinde sevilen, hem siyasî hem de dinî önder olarak vasıflandırılan bir liderdi. 1969’da milletvekili, 1973’den sonra koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcısıydı. 12 Eylül sonrasında 1991 yılına kadar Meclis dışında kaldı ve beş yıl sonra koalisyonda başbakan oldu. 28 Şubat dönemi ve ardından partisindeki bölünme, para işleriyle ilgili evrak sahtekârlığı yüzünden mahkûm oluşu gibi olaylar; onun dalgalı politik hayatının son acılarıydı. Görünüşte partinin genel başkanı başkaları olsa da yine ‘lider’ oydu. Yaşı sekseni bulmuş, son yıllarda sağlığı bozulmuştu. Artık yürüyemiyor, konuşurken dili dolaşıyordu ama o hep liderdi. Katıldığı bazı toplantılarda kürsüye taşınması ve konuşma görüntüleri, görenlerde acıma duygusu uyandırıyordu.  

Türkeş, 27 Mayıs 1960 darbesinde ‘İhtilalin Kudretli Albayı’ olarak siyaset sahnesine çıkışından sonra hep lider olarak yaşadı. Sürgünden dönüşünden sonra 1965’te genel başkan oldu. Sadece partinin başında olmasıyla değil, bir kitlenin fikir ve fırtınalı mücadele hayatında gerçek bir liderdi. Partisinin oyu hep cılızdı. 1975 koalisyonunda başbakan yardımcısı oldu. 12 Eylül’de hapse atıldı ve dört buçuk yıl cezaevinde kaldı. 1987’de yeniden genel başkanlığı üstlendi. Hapiste ve fiilî siyaset dışında olduğu yıllarda da o liderdi. 1991 seçimlerinde yeniden milletvekili oldu ama dört yıl sonra partisi seçim barajını aşamadı. Uzun ve fırtınalı siyasî hayatında başında bulunduğu partinin alabildiği en yüksek oy yüzde sekizdi. 1997’de aktif olarak çalışmaya devam ediyordu. Yaşlanmıştı ama sağlık bakımından talihli bir insandı. Bir kalp kriziyle öldüğünde seksen yaşındaydı.

Demirel, Türkeş, Ecevit ve Erbakan… Onlar, bizim ilk gençlik yıllarımızdan başlayarak tanıdığımız, sevdiğimiz, öfke duyduğumuz, övdüğümüz ve sövdüğümüz insanlardı. Türkiye’nin kırk yılı, onların estirdiği rüzgârlarla savrulup geçti. Doğru ve yanlışlarıyla siyasî tarihimizde yer aldılar. 

***

Türkiye’de demokrasinin kuralları, gelenekleri ve ahlâkı kökleşemedi.

Parti liderleri, siyasî başarısızlık, yaşlılık ve hastalık gibi şartlarda bile görevi devretmek terbiyesine sahip değiller. Bu şartlarda bile onları bir kenara alacak demokratik gelenek yok. Oturdukları makam koltuklarını, ebelerinin dokuduğu kilim gibi sahipleniyorlar; üstünde oturmayı bir hak olarak görüyorlar. Hizmetin gereği olarak nöbette olduklarını ve nöbet değişiminin gerekli olduğunu hatırlamıyorlar. Görgüleri böyle. Kendilerini saran yalaka çemberinden duydukları söz hep aynı: “Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Siz olmasanız partinin, memleketin hâli ne olur!” Bu saltanat ne kadar sürecek?

Bir gün tahtın yanına tabut gelecek ve bizimkiler, tahttan inip tabuta binecekler…

Bu bir hastalıktır. Ahmet’in ve Mehmet’in değil, şu veya bu partimizin hastalığı değil; siyasî geleneğimizdeki bir ‘zihniyet hastalığı’dır.