Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Sivrihisar ovası, kavurucu sıcak altında yayılmış, uzanıp gidiyordu. Münir Hoca’ya dokunacağı endişesiyle arabanın soğutma aygıtını çalıştıramadığımız için biz de sıcaktan koltuklarda mayışıyorduk. Dünyanın en usta şoförü (kendisi öyle diyor) Ahmet, arada bir camı aralıyor, dışardan sıcak bir hava dalgası dolunca hemen kapatıyordu. Sivrihisar’la Polatlı arasında bir dinlenme yerinde durduk, elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra kendimizi koca söğüdün gölgesine attık. Önümüze konan çaylara saldırdık. Gölgede otururken terliyorduk. Münir Hoca, gözlerini karşı sırtlarda, Sakarya’nın öte yakasındaki uzak tepelerde gezdirdi, sonra birden gürledi:
“Amma mızmız adamlarsınız yahu!” dedi. “Gölgede çay keyfi yapıyorsunuz, bir yandan da oflayıp pufluyorsunuz... Bu günler, Sakarya Savaşı’nın en çetin anlarının yaşandığı günler. Şu boz tepelerin elden ele geçtiği, şu bayırları ine çıka vuruşan Mehmetçiklerin Türk’ün kader savaşını verdiği günler. Saldırı, karşı saldırı, geri çekilme, sonra püskürtme olayları, 22 gün geceli gündüzlü sürdü gitti. Toplar gürlüyor, mitralyözler takırdıyor, tüfekler patlıyordu. Vurulup ölenler yere seriliyor, yaralılar yakıcı güneş altında kıvranıp inliyor, sağ kalanlar ciğerlerine alev gibi dolan sıcağa rağmen ileri atılıyordu... Şimdi aynı yerde, şu gölge sefasını, şu çay keyfini o Mehmetçiklere borçluyuz...”
Sohbetimiz, “Sakarya Melhame-i Kübrâsı” boyunca akmaya başlamıştı...
***
1921 yazında yeniden kurulmaya, toparlanmaya çalışan Türk ordusu, henüz güçsüzdü, cılızdı. Kış aylarında Kuva-yı Milliye çeteleri tasfiye edilmiş, düzenli ordu saflarına katılmıştı. Asker sayısı düşük, silah ve mühimmat sıkıntısı büyüktü. Ordunun donatım ve bakımı bin bir zorluk içinde karşılanmaya çalışılıyordu. İşte bu şartlar yüzünden Yunan ordusunun ileri harekâtı hızla gelişmiş, Kütahya – Eskişehir bölgesindeki Türk kuvvetlerini mevzilerinden söküp atmıştı. 19 Temmuz gecesi Eskişehir’deki Türk birlikleri ve devlet memurları şehri boşaltıyor ve Ankara’ya doğru çekiliyordu. Halk, korku içinde kaçışıyor, dağ köylerine ve Ankara’ya doğru yollara dökülüyordu. Demiryolu hattında trenler salkım saçak doluydu. Bütün yollar kaçan insanlarla tıkanıyordu.
Eskişehir milletvekili Emin (Sazak) Bey, Mihalıççık yakınlarındaki çiftlikten arabalar ve hayvan sürüleriyle birlikte ayrılan anası, kardeşleri ve yakınlarını bulabilmek için 20 Temmuz günü Beylikköprü’ye gelmişti. Burada gördüklerini defterine yazmıştır. Anlattığı durum üzücüdür:
“... Ortalık ana baba günüdür; kadın erkek, çoluk çocuk müthiş bir kalabalık yığılmıştır. Her taraftan insan seli akıp gelmeye devam etmektedir. Arabalar, kağnılar, at, eşek, hayvan sürüleri, Sakarya üstündeki köprüyü tıkadığından geçmek imkânsızdır. Bunaltıcı bir sıcak bastırmış, tozdan göz gözü görmemektedir. Parça bölük askerler de gelip yığılmaktadır. Toz toprak içinde, yorgun, düzensiz, karmakarışık bir haldedirler. Asker sahipsiz ve başsızdır. Bazı tümenlerin mevcudu elli – yüz tüfekle Beylikköprü’ye gelmiştir... Emin Bey, bu hazin manzarayı şu sözlerle tarif ediyor: ‘Beylikköprü bir mahşer yeri! Toz iki yüz metre yüksekliğe kalkmış, sanki Kerbela çölü...’”
(Gün Sazak / Bir şehidin Yolculuğu – Himmet Kayhan)
Bu çekiliş sırasında ordudan 11 bin asker firar eder. Öte yandan, düşmanın Ankara’yı ele geçirmesi kaygısıyla Meclis’in Kayseri’ye taşınması için hazırlıklar yapılıyordu.
Sakarya’nın gerisine çekilen dağınık ordu toparlanır, hâkim tepeleri tutar, savunma mevzileri hazırlanır. Büyük Millet Meclisi kararıyla Mustafa Kemal Paşa’ya başkomutan olarak savaşı yönetme ve Meclis adına her türlü kararı alma yetkisi verilmiştir.
Bir süre duraklayan Yunan ileri harekâtı, 18 Ağustos’ta yeniden başlar. Yol üstü köy ve kasabalardan halk kaçışmaya başlar. 23 Ağustos’ta Yunan ordusu Sakarya boyundaki Türk savunma hattına dayanır. Kanlı boğuşma 13 Eylül’e kadar sürüp gider. 14 Eylül’de yenilmiş Yunan kuvvetleri geri çekilmektedir. Bu zafer haberi, Meclis’te ve ülkede ferahlatıcı bir yel estirmiştir. Türk ordusu bütün gücünü harcamış, cephanesi tükenme sınırına dayanmıştı. Eskişehir’e doğru çekilen Yunan kuvvetlerini kovalamaya gücü yoktu.
Emin Bey, 21 Eylül’de Mihalıççık’a gelir. Bütün insanlar dağlara kaçmış, hemen her yer harabedir. Düşman onların çiftliğini yakıp yağmalamıştır. Evi barkı tahrip edilen yalnız Emin Bey değildir. Yunan ordusu, Mihalıççık’ın 35, Sivrihisar’ın 70 köyünü yakmıştır. Bütün hayvanları sürüp götürmüş, harmanları da yakmıştır. Bazı yerlerde ele geçirdikleri kadınların, kızların namusuna tecavüz ederek çekip gitmiştir. Emin Bey, defterine acı satırlar yazar:
“Ne zaman ki vardım ve düşman içinde kalan biçare komşularımızın halini gördüm; kendi derdimi unuttum...”
O sırada harb sahasını gezen Yakup Kadri Bey de bu acıklı manzarayı anlatmış:
“...Teneffüs ettiğimiz havada barut, duman ve kül kokuyor. Bastığımız toprakta kanlar kurumamış ve ateşler sönmemişti. Bütün ufuklarda düşmanın çiğnemiş ve yakmış olduğu köylerin iskeletleri gözüküyor. Bu iskeletler arasında paçavralara bürünmüş, birer hayalet haline gelmiş halkın feryatları duyuluyor...” (Vatan Yolunda – Y. K. Karaosmanoğlu)
Kazım Paşa da aynı felaketi yazmış:
“Düşman, geri çekilme süresince birçok köyleri yakmıştı. Köylüler, yangınların düşman kuvvetleri tarafından çok ustalıkla yapıldığını söylüyorlardı. Yangın çıkarma vasıtalarıyla donatılmış ve bu gaye için özel olarak getirilmiş düşman birliklerinin olduğunu biliyorduk. Sarıköy yakınına düşen bir düşman uçağının pilotlarını yanıma getirdikleri zaman, henüz yanmakta olan köyleri, çıplak ve perişan bir halde dağlara kaçan halkın acı vaziyetlerini kendilerine gösterdim. ‘Bu nedir?’ dedim. ‘Bilmiyoruz, biz yapmadık.’ dediler. Bunu özel olarak yetiştirilen ve doğrudan doğruya karargâhtaki bir yetkiliden emir alan kuvvetlerin yaptığını söylediler. Bu pilotları, yanan her köye uğratarak ve yaptıkları tahribatı kendilerine göstererek, yaya olarak cephe karargâhına yollattım...” (Millî Mücadele – Kazım Özalp)
Savaş, askerlerin askerlerle vuruşup döğüşmesinden ibaret değildir. İşgale uğrayan bir ülkenin insanları için çok daha ağır, çok daha acı bedeli vardır ve asla kapanmaz derin yaralar açar. Düşman tarafından çiğnenmenin açtığı bazı yaralar asla onulmaz. Tecavüze uğrayan analar ve kız çocuklarının acısı, suskunluk örtüsü altında yüreklerde hep sızlar...
***
Sakarya Savaşı’nın sağladığı askerî ve siyasî sonuçlar bellidir. Yunan ordusunun Ankara’yı dize getiremeyeceği anlaşılmıştı. İtilaf Devletleri arasındaki ayrılık ve çekişmeler büyür. Fransa, Türkiye ile Ankara Anlaşması’nı imzalar; Güney Cephesi’nde savaş biter. Türkiye – Suriye sınırı çizilir. Fransa, Türkiye’ye silah satışlarına başlar. İtalya Fransa’yı takip eder. Üçte biri Yunan işgali altında olan Türkiye’de güven duygusu yükselir. Türk ordusunun güçlendirilmesi, donatımı ve beslenebilmesi için Türk halkı fedakârlığın her türlüsüne katlanır.
Bir yıl sonra, 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz ile Yunan ordusu bozguna uğrar. İzmir ve Bursa yönlerinde kaçan Yunan kuvvetleri, yol üstündeki şehirleri, kasabaları, köyleri yakıp tahrip eder.
9 Eylül’de Türk askeri İzmir’e girer. 10 Eylül 1922 günü Emin Bey, defterine yazmış:
“... Bu kadar hızlı ve kesin bir zafer, benim hatırımdan geçmezdi ve bu kadarını kimse ümit etmezdi.
Allah’ın bu lütfu karşısında bütün Müslümanlar, şükür secdesine kapandılar. Her yerde bayramlar, şenlikler yapılmaktadır.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın adını, bütün Müslümanlar, dillerinde tesbih gibi tekrarlamaktadır.
Bizi bu günlere getiren Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâlar, komutanlara minnet, muhterem orduya dualar eylerim!...”
***
Sakarya’nın yön değiştirip Kuzey’e akmaya başladığı büklümün biraz yukarısında, söğüt gölgesinde süren sohbetimizde; zaferlerden çok, düşman istilâsında çekilen acılardan konuşuyorduk. Söz döne dolaşa, Atatürk düşmanlığı ile gözleri dönmüş, hastalıklı bir zümrenin zırvalarına dayandı. Pek çok yayında ve televizyonlarda tekrarlanan şu tekerlemenin nasıl maya tutabildiğini anlamak mümkün değildi: “İstiklal Savaşı, bir masaldır. Atatürk’ü yüceltmek için uydurulmuş ve nesillerin beyni yıkanmıştır... ”
Münir Hoca’nın öfkesi köpürdü:
“Kendilerini İslâm mücahidi gibi pazarlayan o sahtekârların dini de imanı da yok!.. Onlar, Türk’ten nefret duygusuyla zehirlenmiş, sinsi ırkçılar. İstiklal Savaşı’nı inkâr eden, küçümseyen; bin dereden su getirip karalamaya, lekelemeye çalışan bir adam, nasıl Müslümandır?
İstiklal Savaşı ile kurtarılan bu ülkenin insanları Müslümandı...
Anadolu’da yakılıp yıkılan, tahrip edilen yerlerin zavallı insanları Müslümandı...
Irzına geçilen analar ve kız çocukları, Müslümandı, Müslüman!..”
...
Sohbetimizin düğümü, Mehmet Akif’in duası oldu:
“Allah, bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!..”