Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Arapça ve Farsça bin yıllık hayatımızda iki önemli dil. Her ikisiyle de sıkı alışverişi aşan bir iç-içelik yaşadık. Dilimiz için zor bir alışveriş olduğu muhakkak. Köprülü, “Bu bin yıllık alışverişten galip çıkan Türkçedir.” diyor. Târih bilenler için muazzam bir başarıyı söylüyor. Ali Şîr Nevâî dedemizden başlayarak (Dîvân-ı Lügaatit-Türk’ün durumu farklıdır), Fuzûlî ve daha nice büyük Türkün bu iki dil karşısında Türkçe’yi öne geçirme gayretlerini de hatırlatmış oluyor. Nevâî Muhâkemetü’l-Lügateyn’de Farsça ile karşılaştırarak, 15. asrın sonunda Türkçe’nin daha güzel, iyi ve zengin bir dil olduğunu isbâta çalışmıştı. Klâsik şairlerimizin pek çoğu, ifade etsin veya etmesin, böyle bir rekâbet duygusu ve dil şuuruyla eser vermişlerdir.
Onların diline Osmanlıca diyenlerin kastı mâlûmdur. Bu dilin epeyce ağır ve bugün için zor anlaşılır olduğu doğrudur. Ancak Türkçe dememek olur şey değildir. Birileri, niçin uydurma ve yeni bir dil meydana getirmek istiyorlarsa, Türkçe’nin o muazzam dönemini de onun için düşmanlık ve cehaletle böyle adlandırmak istiyorlar. Bugünün çok kullanılan tâbîriyle ‘ötekileştirerek’ uzaklaştırmak, o dille beraber en şerefli târih devirleriyle bağımızı da koparmak istiyorlar. Bu oyun şöyle böyle okumuşlarımızı ifsâd etmiştir ve hâlen de hükmü bir ölçüde sürmektedir. Hâlbuki Fuzûlî, Türkçe Dîvânı’na başlarken,
Ey feyz-resân-ı Arab ü Türk ü Acem
Kıldın Arab’ı efsah-ı ehl-i âlem
Etdin fusehây-ı Acem’î Îsî dem
Men Türk-zeban’dan iltifat eyleme kem
diye duâ eder. Dediği bugünün diliyle şudur: “Ey Arap, Acem ve Türk milletlerine feyz veren Tanrım! Sen, Arap milletini dünyânın en fasîh ( açık, âhenkli ve anlaşılır) konuşan milleti yaptın! Acem fasîhlerinin sözlerini ise, Îsâ Peygamber’in nefesi gibi cana can katan güzelliğe ulaştırdın! Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum! Benden iltifâtını esirgeme Yâ Rabbî!”
İşte diline Türkçe değildir denen bu büyük sanatkâr ve aynı yolda yüzyıllarca eser veren benzerleridir.
Nevâî Dili
Diğer yanda, Fuzûlî ile aşağı yukarı aynı zamanlarda yaşamış Nevâî’ye de benzer şeyler söylenmiştir. O Nevâî, Farsça karşısında Türkçe’yi öne çıkarmak için mukâyeseli bir eser yazmıştır. O kadar Türkçe âşığıdır ve bu sıfatı o kadar hak etmiştir ki, devrinde ve sonrasında Türkçe’ye ‘Nevâî dili’ denmiştir.
Türk nazmîda çü men tartıp âlem
Eyledim ol memleketni yek kalem
diyen odur.
Bu beyit, Sovyetlerin dağılmasıyla gelen bağımsızlığın birinci yılından itibaren Taşkent şehir merkezinde büyük bir köprünün alnına yazılmıştı. Demek istiyor ki : “Ben Türk şiirinde öyle bir kalem çektim ki, bütün memleketi (Türk ülkelerini) bu şiirimle (dilimle) bir araya getirdim.” Diline Türkçe değildir demeye çalıştığımız işte bu ve benzeri büyük Türkler ve Türkçecilerdir. Aklımızı başımıza devşirelim, dememe gerek yok: Nevâî beş asır öncesinden gürlüyor.
Bir hususu da yeri gelmişken söylemeliyim: Nevâî kadar şiirlerinde Türk ve Türk dili geçen orta zamanlar şâirimiz yoktur. Türkistan sahasında Nevâî, henüz Osmanlı toprağı olmamışken Bağdat’ta Fuzûlî ve çağdaşı İstanbul’da yaşayan Bâkî, Türkçeyi şark dillerinin en zarifleri arasına soktular. Buna rağmen, Farsça ve Arapça karşısında Türkçenin durumu hep mukâyese konusu olmaya devam etti.
Köprülü’nün 1945-48 arasında yayınladığı makalelerinde bu başarının bütün unsurlarıyla netleştiği yeni zamanlar Türkçesi üzerinden konuşurken bütün bir geçmişi hatırlatır ve zevklenir gibidir. Demek ki Türkçe, 20. asrın yarısına kadar büyük dünyâ dilleri arasındadır ve o târih îtibâriyle ( yıkıcılığın 15. yılında) uydurmacılık ve tasfiyecilik henüz tam hâkimiyet kuramamıştır ve hâlâ kayıpları telâfî edebilmek imkân dâhilindedir.
Aslında bu, hem böyledir hem de değildir. Çünkü devlet eliyle ve topyekûn bir hücum vardır. ‘Kör kazma’ iş başındadır. Bin yıllık medeniyetimizin bütün ortak kelimelerine savaş açılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı da bu muazzam dili değiştirmek misyonunu üstlenmiş en önemli müessesedir.
‘Resmî argo’
Köprülü’yü kahırla çırpınır ve endîşeyle sesini yükseltir gördüğümüz nokta burasıdır. Der ki: “ İnsanlık târihi, uzun asırlardan beri istibdâdın ve tahakkümün her şekline şahit oldu. Fikir ve vicdan hürriyeti, meslek seçme ve çalışma hürriyeti gibi insanlığın en mukaddes ve tabiî haklarına karşı, türlü türlü tazyiklerde bulunuldu.
Müstebid ve çılgın bir hükümdârın yâhut din ve mezhep taassubunun yâhut da millî taassup ve tahakkümlerin veya sınıf diktatörlüğünün yaptığı bu hareketler kolayca iyzâh olunabilir. Lâkin bizim bugünkü resmî argoyu yaratan zoraki hareketin bir benzerine tesâdüf edilemez.”
Bu iki paragrafta geçen ‘resmî argo’, ‘zoraki hareket’ tâbirlerine dikkat.
‘Resmî argo’ demesine sebep olan uygulamaları da bu satırların devamında açıyor: “Bir hükûmet, kendi mekteplerinde çocuklara zorla uydurma bir dil öğretsin; bir millet meclisi, yapacak binlerce acele iş dururken, bir akademi vazîfesi görerek, uydurduğu argoyu bütün millete kabûl ettirmeğe kalksın…
İnsanlık târihinde bu kadar mânâsız, zararlı bir işin benzerini bulmaya imkân yoktur.”
Köprülü’nün bu ifadeleri ne yazık ki hiçbir fayda vermedi ve bizim dil ve toplum mühendislerimiz, uydurdukları argoyu devlet eliyle dayattılar. Yahya Kemal hayattaydı; Fâruk Nâfiz’den Orhan Seyfi’ye kadar sayıları onları bulacak başka şâirler, Hâlid Ziyâ’dan Yakup Kadri’ye kadar yine onları bulacak büyük nâsirler hayattaydılar. Onların varlığı bile bu çılgın gidişi durduramadı. Sevgili Türkçelerinin boğazına sarılan ellere mânî olamadılar.
Bu vahşete benzer çılgınlık, elli yıldan fazla bir zaman daha sürdü. Dünyanın en büyük iki dilinden biri, kendi evlâdları eliyle yerlere serildi. Hâlâ bu durumun tam olarak farkına varamadık.
Hâlbuki ‘hesaplaşma’, ‘sorgulama’, ‘yüzleşme’ tabirleri yıllardır havalarda uçuşuyor. Ne sorgu var, ne hesap var, ne de yüz. O resmî argo dayatmasının yerini şimdi de bu tabirler üzerinden başka yıkım plânlarını resmî, gayr-i resmî yollardan dayatmalar aldı