Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Belli başlı ülkelerde firmalara ve tabelalara ana dil dışında isim koymak nadirdir. Paris veya Berlin sokaklarını gezen bir kimse hep Fransızca ve Almanca görür. Sadece yurt dışı firma ve markaların isimleri Fransızca veya Almanca değildir. Diğer ülkelerde de öyledir. İngilizce’nin hâkim olduğu dünyada, görünür tesir -Avrupa ülkesi İngilizce’nin anavatanı İngiltere’ye rağmen- en az Avrupa’dadır. Birbirlerinin dillerinden de pek az kelimeyi afişe ederek kullanırlar. Bunu şuurla ve kuvvetli bir dil milliyetçiliğiyle yaptıkları açıktır. Dillerini koruma gayretiyle bir şuur kalkanı edindikleri, bunu devamlı diri tutmak ve beslemek için kurallar koydukları zamanlar da vardır. Kanun çıkaranlar bile vardır. Yazmıştım, Fransa bunlardandır.
Gelişmiş batı böyledir de gelişmekte olanlar ve gelişemeyenler çok mu farklıdır? Onların çoğu da bu tabela dikkatini gösterirler. Moğolistan’da da isimlendirmeyi Moğolca tercih eden bir devlet ve toplum görülür. 2000 yılında gittiğimde bu her tür tesire açık gibi görünen ülkede bile böyle bir dikkat görüp şaşırmıştım.
Kendimizi sevmiyoruz
Geleceğim yer malum. Hemen soralım: Peki Türkiye’de niçin böyle bir dikkat ve gayret görünmüyor? Bu kurşun gibi soruyu sorabilsek cevabını da arayacağız. Yeterince dikkatimiz ve sevgimiz olmadığını artık biliyoruz. Sıkça söylediğim gibi kendimizden kaçıyoruz. Çünkü kendimizi yeterince sevmiyoruz.
Türkiye’de ne kadar berber dükkânı var bilmiyorum. Diyelim ki on bin tane var. Bunların en az dokuz bin tanesinin adı berber değildir. Berber Türkçeleşmiş bir kelimedir. Onun için o kelime sevgili berberlerimizi ‘kesmez’. İlla ‘gâvurca’ veya benzeri bir kelimeyle bu kendinden kaçışı duyuracaklar ve onlara benzeyeceklerdir. Görünüşe bakarsanız durum tam tersidir, ‘gâvurlar’ı hiç sevmeyiz. Bu tezadı da unutmayarak anlamaya çalışalım. Berber kesmeyince gelen kelime kuafördür. Fransızca kuaför kelimesi, köyden, kasabadan şehirlere kadar aynı oranda yaygındır. Buna manasını bilmedikleri başka kelimeler eklemeyi de ihmal etmezler. Çünkü kuaför demenin de onlara benzeme veya kalite çağrışımı yaratma yarışında yetmediği bir döneme girilmiştir. Özellikle kadın berberlerinde Hair designer ekleyenlerin sayısı hiç de az değildir.
Uzun bir caddede yürüyün, on berber görecekseniz beşinde bu veya buna benzer frenkçe kelime vardır. Merakım dolayısıyla bazı berberlere girer ve sorarım: Şaşacaksınız, kendi tabelâsında yazanı anlayan bile pek azdır. “ Öyle yazıyorlar, ben de yazdırdım” en sık duyacağınız cevaptır. “ Niçin berber değil de bu türlü çeşitli anlaşılmaz ifadeleri yazdırıyorsunuz?” dediğimde, “Beyim, böyle yazınca daha iyi izlenimi veriyor. Öbürü piyasada gitmiyor artık.” diyorlar. Hâlbuki hemen herkes “Berbere gidiyorum” diyor. “Kuaföre gidiyorum” diyen kadınlar arasında bile hala çok azdır. “Hair designer’a gidiyorum” diyen galiba hiç yoktur.
Kendi diline sevgisizlik
Bundan anlayacaklarımız bellidir. Anlayacağınız söylenmemiş algı şudur: Türkçe değersizdir. Benim yaptığım işin değerini anlatmak ve artırmak veya daha değerli göstermek için başka dilden bir karşılık bulmam lazım. Bu da bir zamanlar Fransızcaydı, şimdi İngilizce. Geldiğimiz yer burasıdır. Kendi dilini sevmeyen nesiller yetiştirdik.
Dilini sevmeyenin milletinin başka bir şeyini sevmesi mümkün olmadığına göre Türk’ü sevmeyen nesiller yetiştirdik. Bu konuda bütün kesimler aynıdır. Türkçüler bile Türkçe’den habersizdirler. Evet, onlar da öyledir. Milletini tanımayan, belki ırsıyetin itişiyle veya bir reaksiyonla yerleşen böyle bir kabuk milliyetçiliği bizde kuvvetle hâkimdir. Onların bu bilgisizliğinin duyurduğu boş ‘Türk sevgisi’ öze girdiğimizde elimizi kolumuzu bağlayan bir engelleyici rolündedir. İçim elverse “Böyle bir iç düşmanlık var.” diyeceğim. Tıpkı dindar görünenlerimiz ve dinden habersiz ideolojik darlıkta karar kılanlarımız için diyeceklerim gibi.
Türkiye’nin herhangi bir yerine gelen bir yabancı bizi ‘yerli ve millî’ görmez. Yabancı hayranlığının derecesini görerek hayretler içinde kalır. Dükkânlarımız, iş yeri levhalarımız, afişlerimiz, ilanlarımız, şirket isimlerimiz, son yıllara damgasını vuran inşaat firmaları, site ve bina isimleri onlara bir sömürgeye geldiği duygusunu verebilir. Düşününce dehşetli bir durumdur. Evet, bu halimizle bir sömürgeye benziyoruz. Bu kesindir.
Bu sütunlarda Bahtiyar Vahabzade ile Ankara’da, Kavaklıdere Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki yürüyüşümüzü yazmıştım. Büyük sanatkâr, bir müddet tabelâlara bakmış ve “Bunlar ne böyle demişti? Allah korusun, bizim koca Türkiyemiz sömürge mi?”. Büyük Türk, büyük şair, büyük ilim adamı içi yanarak böyle söylemişti. Eğer biz o duyguda olsak o levhalar böyle konmazdı. Herkes dikkat gösterirdi.
Kahvechi
Berbere kuaför ve başka isimler koymak kadar yaygın bir başka meslek de kahvecilik. Kıraathane gitti. Kahvehane ve çayevi de neredeyse bitiyor. Bunların yerine café’ler açıldı. Café bar’lar yakın zamana kadar yaygındı. Sonra café bistro’lar çoğaldı. Simit Sarayları bile isimlerine buna benzer kelimeler eklemeye başladılar. Bununla da kalmadı, Türkçe kelimeleri frenklerin yazdığı gibi yazmak yayıldı. Ankara Bayındır Sokağı’nda bir yer açılmış. Levha acaib: Kahvechi. Her yer Cafê dolmuşken bu da böyle bir Frenkçeye benzetilen ‘Kahveci’ yazılışı. Geçerken, yine duramadım ve “Kahveci olsanız bir sade kahve içerdim, bu isim beni uzaklaştırıyor.” dedim. Garson anlamadı. İzah ettim. Utandı. “Dur Abi patronu çağırayım, bir de o duysun.” dedi. Patrona da anlattım. Utanmış göründü ama malum cevabı verdi: “Burada böyle gidiyor Beyefendi!” dedi. “Benim gibiler az olduğumuz için maalesef sizi ikna edemiyoruz” dedim ve bütün ısrarına rağmen kahve davetini geri çevirdim.
Yabancı kelimeleri kurum ve kuruluşlarımıza, dükkânlarımıza isim vermekle kalmıyor, bir de Türkçe kelimeleri onlar gibi yazıyoruz. Bunların turistle ve turizmle de ilgisi yok. Burmachi, Köftechi gibi isimler turist görmemiş küçük Anadolu kasabalarında bile görülüyor. Marketler, supermarketler, salonlar, shoplar her yerde. Birçoğu da artık Türkçeleşmiş gibi kullanılıyor.
Bu durum bir tedbir gerektirmez mi?
Köklü tedbir dil sevgisini uyandırmaktır. Kültürü korumaktır. Türkçe sevgisinin vatan sevgisi halinde kökleşmesi bizi kurtarır. Her türlü kurtarır. Bakınız kendi dilini bilmeyenin başka bir dili iyi bilmesi mümkün değildir. Ana dili üzerine öğrenilen başka bir dilin gücü ana dilini geçemez. Fakat başka bir durumla karşılaşılabilir: Ana dilinden daha iyi bilinen başka bir dil ana dilinin yerine geçer. O kişi de Türk kültürüne o nisbette uzaklaşabilir, bağı zayıflar ve o daha iyi bildiği dilin kültürüne dâhil olur. Çünkü dili iyi bilmek o kültürü iyi bilmek ve hatta dâhil olmakla mümkündür.
Bütün bunlardan ve daha saymadığımız kendini az sevme-beğenmeme ve dolayısıyla başkalarına hayranlık sebepleri yüzünden büyük zekâları kaybederiz. Beyin göçüne engel olamayız. Daha düşündürücü sonuçlarla da karşılaşırız. Burs vererek yaban illerine gönderdiğimiz çocuklarımızın çoğu orada kalırlar. Bugün bu durumdayız. Devlet bursuyla gidenler dönmüyorlar. Bunun birçok sebebi var, fakat dil sevgisi ve ona bağlı millet sevgisi işin başıdır. Sonuçlar bu kadar vahimdir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, o yokluklar içinde Anadolu’dan seçerek yurtdışına öğrenci gönderiyorduk. Bugün her birinin adı ilim ve sanat hayatımızda birer bayrak olan o kişiler her türlü yabancı teklife kapalıydılar. Geldiler ve ülkeye hizmet ettiler. Çünkü o zaman dil sevgisi vardı. Onların vatan duygusu ve millet sevgisi sağlam bir dille pekiştirilmişti. O dille düşündüler ve inanarak gidip inanarak döndüler. Bu meseleyi de doğrudan dile bağlamamı kuvvetli bir delil gibi görmeyenler olacağını tahmin ediyorum. Onların acaba demeleri de dille ilgilidir ve diyeceklerimin delili gibidir. Dil dikkati olmayanların millî dikkati olmaz diyerek genellemek yanlıştır ama büyük ölçüde doğrudur.
O halde ne yapacağız?
Dil gafletinden kurtulmanın ilk ve en geçerli yol olduğunu söyledik. İyi de bu dil dikkatini nasıl edineceğiz? Topyekün bir eğitim meselesini tek formülle ifade etmek mümkün değil. Eğitim işin başıdır. Oradan başlayacağız. Her türlü eğitimden bahsediyorum. Mekteplerdeki eğitim de yetmez. Topyekûn bir eğitim dediğimde bunu kastediyorum. Önce öğreteceğiz. Türk çocukları dillerinin zevkine varacaklar. Başka çaresi yoktur.
Sonra başka tedbirler gelir. Konuştuğumuz tabela meselesi nispeten kolaydır. O konuda atılacak adımlar da zorlayıcı olmaktan ziyade sevdirici hamlelerle olmalıdır. Mesela, bir kanun veya kararla bütün levhaların Türkçe olmasını isteyebiliriz. Bu toptancı çözüm çoğumuzun da hoşuna gider. Yalnız, çare olacağından emin değilim. Bunu yapalım ama başka ayrıntılarla destekleyerek yapalım. Yabancı tabelalara ek vergi getirebiliriz. Bunları gruplandırarak da yapabiliriz. Meslek erbabını bilgilendirerek yapmak da düşünülebilir.
Belediyeler bu konuda devreye girebilir. Pek çok yol ve usul de bulunur. Bir kampanya düşünülür. Bu kampanyanın ilk adımı tanıtım ve bilgilendirmedir. Kademe kademe, birkaç konu üzerinden bir tarih ayarlanır ve istenen sonuç için harekete geçilir. Madem örneği onlardan verdik, mesela berberler grup grup eğitime alınabilir. Kendi meslek odalarında bazı belediye yetkilileri ve dil zevkini duyuracak kimselerle bilgilendirme turları düzenlenir. Neden Türkçe levha kullanmalılar? Anlatılacak konu budur. Dünyadan örneklerle kolay ikna edilirler. Zaten bu esnafın yabancı dil merakı moda gibi bir sürüklenişten ibarettir. Konuşunca size kolayca hak vereceklerdir. Direnecek kimse pek çıkmaz. Çoğunluk hemen kabul eder.
Böyle sıra sıra esnaftan başlayarak konu kamuoyuna mal edilir. Diğer şirketler, binalar, siteler de kolayca bu kampanyaya katılabilir. Yakınlarda Samsun İlkadım Belediyesi yabancı levhalar için bir karar almış. Şüphesiz doğru bir karardır. Yalnız, dediğim gibi bilgilendirerek yapılırsa çok daha iyi ve kalıcı sonuçlar alınacağından eminim.