Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Tarlamıza Sürü Girdi

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Büyük Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis’in Türkçesi pek güzeldi.  40 yıl kadar önce ilk defa TRT’de dinlemiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Cemil Meriç’le konuşmuştu. 20 dakikalık bir programdı. Arşivde ve bir yerlerde mutlaka kaydı vardır. Mümkün olsa da yeniden dinleyebilsek, bugünü daha iyi anlayabileceğimiz bazı ipuçları verdiğini de görürdük.

Söylediği Türkçe ile ilgili bir husus aklımda kaldı.  Biz o zaman bir dil kavgasının en hararetli zamanındaydık. O dil devrimi denen hengâmede neler kaybettiğimizi anlatan ağır ifadelerdi. Maalesef o günler bütün detaylarıyla yazılmadı ve dilde yaşadığımız büyük tahribat da bilinmedi, anlaşılmadı. Türk entelektüeli o süreci değerlendirerek sonuçlarını eğitim sistemiyle buluşturacak bir dikkati gösteremedi.

Bernard Lewis’in dikkati şuydu: İstanbul’a 20 yıl önce geldiğini ve bu sefer kendisini dehşete düşüren bir dil değişikliğiyle karşılaştığını söyledi. O cümlesi hala hatırımda: “Benim bildiğim, sevdiğim güzel Türkçe’yi ne hale getirmişsiniz! Çok yerde bu acaip Türkçe’yi ben anlamıyorum, muhtemelen benim Türkçe’mi de bu dili kullananlar anlamıyor. Bu kadar kısa sürede bu kadar değişmenin hiçbir makul açıklaması olamaz. Bu bir yıkımdır!”.  Hakikaten o yıkım, tarihe, medeniyete, bildiğimiz her şeye aykırı bir gelişmeydi. Ve bu memlekette uygulandı. Hem de tabii bir şeymiş gibi yaşandı. Benzeri pek çok şeyde olduğu gibi anlaşılmadan, hesabı görülmeden geçip gitti. Bizim Türk toplumunun böyle garip bir durumu var. Olana müdahaleye girişmiyor, maruz kalıyor, tavır almıyor ve yaşayıp geçiyor.

Benim zihnim hemen o günden bugüne geliyor. Hep yaptığım gibi yine soruyorum: Acaba o büyük âlim, altı ay önce ölmeden Türkiye’ye gelse halimiz hakkında ne düşünürdü? Dahası, fenası, ağırı da var. Acaba, kendisiyle bir televizyonda röportaj yapılsa, konuşan spiker, yorumcu veya muhabiri duyunca ne hale gelirdi? Dilini anlar mıydı? Telaffuzu hakkında ne düşünürdü?

Yanlışlar hep vardı

Can alıcı nokta burasıdır. 40 yıl önce televizyonda dil yanlışları vardı. Farklıydı ve dar bir zümreden okula ve çevreye yayılan bozukluklardı. Türkçe’nin yapı özelliklerini bozan yanlışlardı. Şüphesiz çok önemliydi. Kelime tercihlerinde ve anlam kurmada problemler yaşanırdı. Tuhaf tuhaf “sözcük”ler uçuşurdu. Bernard Lewis’i dehşete düşüren bu hususlardı. Şimdi bir başka husus eklendi ki dehşetin dehşetidir. Doğru kelime seçmeyi geçtik, düzgün cümle kurmayı geçtik... bir şey anlatmayı geçtik... telâffuz gitti. Telaffuzda kelime de gitti. Kelime grupları da gitti, cümle de gitti.

Dikkat ederseniz, ikinci bir safha başlamış gibidir. Dilde iki millî husus vardır; biri yapısı, diğeri sesi dedik ya, önce yapıya top atışlarıyla yüklenildi. Şimdi de sese yükleniliyor. Daha kuvvetli bir orduyla hem de. İletişim çağının bütün vasıtaları bu ordunun emrinde olarak.

Yıkım devam ediyor

Bunun 1980 öncesine kadar gelen dil yıkımcılığına benzer bir tarafı var. O da kasıtlı, bile isteye bozmaktı, bu da. Dilin anadan atadan, çevreden okuldan öğrenilişiyle her ikisinin de alakası yok. Öğrenileni bozmak için ne yapılabilirse onun sonsuz seçeneklerine kapı aralayan bir ruh bozukluğuna girdik. Erbâbı bu sosyal travmayı incelesin. Bir proje ise ve bir yıkım getiriyorsa veya bozuyorsa biz neden itiraz etmiyoruz? Bulacakları sebep ve özellikle sonuçlarında daha önce dediğim kendinden nefretten ve değersizlikten başka bir şey çıkmayabilir.

İşin ilginç tarafı, bu psikoloji sadece ekranlarda gördüğümüz -güya- meslek insanlarında değil hepimizde var. Bizde karşılığı olmasa zaten yapamazlardı. Yanlışları gören ve gösterenler olsa kendilerine çeki düzen verirler, bu şaşmaz kaidedir. 1980 öncesinde yer yer zayıf kalsa da kuvvetle itiraz edenler vardı ve onun için bir yerde çöküş durdurulabildi. Şimdi o da yok. Çünkü bilen varsa da derdini çeken yok. Yani seveni kalmamış bir dilber gibi aziz Türkçem, kanlar içinde.

Aynı psikoloji

Lewis’in bahsettiğim televizyon konuşmasını yaptığı zamanda psikolojimiz neyse şimdi de odur. Görüntü değişti. Uygulama o zaman daha çok dilin mimarisi ve seçilmiş kültür kelimeleri ve kavramları üzerindeydi. “Ses ikinci planda gibiydi.” dedim. Aslında ses de beraber bozuluyordu. Nitekim uzun hecelerin çoğunu o sırada kaybettik. Türkçe’yi bir ekalliyet sesiyle konuşmanın yolu o zaman açıldı. Bu cümledeki tesbiti açalım: Sevimli gayri Müslim vatandaşlarımız hançereleri dolayısıyla bazı uzun heceleri söyleyemiyorlardı. Masumdular. O dil bozguncuları bilerek bozuyorlar ve öğrenmeyi engelliyorlardı. Tabii, onlar içinde de hançeresi uymayanlar vardı. Dikkat edin, uydurma dille konuşmak öteden beri ağırlıkla bir gayri Türk tercihidir. Yeni bir dil, yeni bir melez kültür ve millet yaratmanın aracıdır.

Bugün bu süreç devam ediyor. Dediğim gibi yapma dilin hüküm sürdüğü, geçer akçe olduğu yıllar noktalandı. Çok kaybettik. Hesap edilmeyen kazançlarımız da oldu. Mesela dil bilinci şöyle böyle konuşulur hale geldi. İhmal edilemeyecek kadar mühimdir ama kayıplar karşısında çok küçüktür.

Ana dili dikkati yanlış kurgulandı. Millî dil, kültür dili, imparatorluk dili,  yüksek kültür dili üzerinde durulmadı. Konuşulmadı, konuşturulmadı. Bunu kamuoyumuz kabullendi. Kuvvetli bir karşı koyuş yaşanmadı. Bir tek hayat kelimesi örneği bile yaşadığımız çarpıklığı ve düşmanca yüklenişi açıklar:  “Hayat”ı hayatımızdan çıkarmaya çalışanlar, önce yaşantı ve sonra yaşamda direterek çok yol aldılar. Hayatlı yüzlerce birleşik kelime, deyim ve benzeri zenginlik düşünülmedi. Böyle binlerce kelime dünyasıyla hayatımızdan kovulmak istendi. Bu fakirliğe ve bin yıllık kazançları hayatımızdan atmaya kalkışları cılız bir itirazla karşıladık. Ve bugüne geldik.

Sokaktaki adam spikerden iyidir

Bugün, Türkçe’nin sesi gündemdedir. Televizyonlarda doğru telaffuz duyulmaz oldu. Sokaktan adam toplayıp şu haberi oku deseniz, tecrübeli spikerin yapacağı hataların pek azını tekrar eder. Çok iddialı bir söz ettiğimin farkındayım. Bilerek ediyorum, rahatlıkla deneyebiliriz. Çünkü hiçbirimiz durup dururken öyle spikerler gibi orasını burasını eğe büke, her heceyi durak gibi kullanarak konuşmayız. Ana dilini konuşmada yanlışlar sınırlıdır. İlgili bir kimse bunları kolaylıkla tesbit eder. Falan yerden gelende şu hatalar, falan yerden gelenlerde de şunlar olur. Okuyanda, okumayanda, azında çoğunda bunlar bilinir.

Genel olarak okuduğunu anlama problemimiz var. Bu büyük derdin okumada da derece derece olumsuz yansımaları görülür. Öğretmen sınıfta düzgün okuyanı seçer. O anlayan demektir. Yani, anlama ilk şarttır. Bunu da kaybetmiş olmalıyız ki çok şey normal hale geliyor. Bu noktayı da sıkça tekrar etmek zorunda kalacağım.

Israrla tekrar ediyorum: Bugün medyada bize haber veya program sunacak eğitilmiş insanların tek dikkati vardır: Türkçeyi bozmak. TRT başı çekiyor. Spiker ve muhabirler saç baş yolduruyor. Bunun üzerine gitmedikçe kendimizi sevmeye başlayamayız. Bu kadar ağır bir hüküm veriyorum. Dünyanın en küçük ülkelerinde bile bu tür bir bozgunculuğa girişilmediğinden eminim. Kimse diliyle böyle oynatmaz. Kırık konuşmalar, ses değiştirmeler, üstüne üstlük bir de bu bilerek bozmaya tepki göstermeyen bir memleket çok şeye hazır olmalıdır.

Belki şöyle söylersem düşünen çıkar: Memleket, ekili tarlasına sürü girmiş gibidir