Değerli okurlarımla yine birlikteyiz. Aslında kendileriyle yüz yüze gelerek sorularını almak isterdim. Şimdi geliniz birlikte bazı konuları değerlendirelim: Irak ve Suriye patron ülkelerin neden işgali altına girmiştir. Çünkü bunlar hâlâ milletleşme öncesi kabile dönemi yaşıyorlar. Milletleşemeyen kalabalıklar birlik ve milliyetçilik yapamazlar. Millî seviyede ortak kabul ve redleri, mutâbakatları oluşmayan topluluklarda mezhepçilik, etnik taassup ve bölgecilik gibi hususlar ortaya çıkabilir. O coğrafya üzerinde hedefleri olan ülkeler bu farkları kaşıyarak toplum içi çatışmaları tahrik ederler. Şii ve Sünni çatışırken bir de bakarsınız ki ülkelerin toprakları çoktan işgal edilivermiş. Mezhep şuuru gerçekleşmeyen millî şuurun yerini almış. Irak’ta görüldüğü gibi işgalci ABD askerlerinin yollarda ellerini öpen Arap kardeşlerimiz görülüverir. Bütün yerine parçanın öne çıkması yabancı işgalcilere karşı direnci de zayıflatır. Mezhep çatışmaları, bölgecilik ve etnik taassup çözüm zannedilir. Irak’ta ve bazı ülkelerde görülen durum budur. İşgalciler bir hafta Şii camiini bombalarlar; aynı çevreler bir süre sonra Sünni camiine bombayı atarlar. Bu oyun sürer durur.
Bu oyunlar Anadolu coğrafyasında da denenmiştir ama insanlarımızdaki millî şuur sorunların çözümüne yardımcı olmuş, darbe ve işgal heveslilerinin eli boş kalmıştır. Bir daha maalesef etnikçi politikalar yeni bir buluş gibi ele alınmış mahalli sıfatlar millî kimliğin yerine kullanılır olmuştur. Etnikçi politikalara ve çokkültürlülük dayatmalarına Türkiye’ye tavsiye eden sözde dostlarımız acaba millî birlik ve bütünlüklerinden en ufak bir tavizi verebilirler mi? Kendi ülkelerinde bir dönem eritme aracı olarak düşündükleri çokkültürlülük politikaları onları bugünlerde neden rahatsız eder? Dün bu çokkültürlülüğü savunanlar neden kendileri için sürdürmezler de Türkiye gibi ülkeler için düşünürler?
Dünya kritik bir dönemden geçiyor; taşlar yine oynatılıyor; sınırlar tartıştırılıyor. Dost ve düşman farklılaşıyor. Böyle bir siyasi ortamda çok donanımlı, aldatılmayacak, yanıltılmayacak, güçlü bir yakın çevresi olan devlet adamları ile yönetilmeye ihtiyaç artmaktadır. Danışılmadan ve bilinmeden bazı kavramların kullanılması ülkeleri zora sokabilir. Mesela “kültürel ırkçılık” gibi birçok kavramı kullanmamalıyız. Kültürel olmanın ırkçılıkla alakası yoktur. Irkçı bir değerlendirme de kültürel bir yaklaşımla çelişir. Yabancı sığınmacılara karşı akıl ve mantık dışı yanlış politikaların yarın ülkemizde doğuracağı tehlikelere bilimsel yönden haklı itirazının ırkçılıkla ne ilgisi olabilir. Bazı siyasetçiler komik duruma düşmekten kurtulmalıdır.
Osmanlı da farklı düşünüp yanlış politika uygulamamış; nüfus bakımından homojen ve bugünkü adıyla kurtarılmış bölgeler peşine düşmemiştir. Cumhuriyet döneminde de değerli devlet adamı ve rahmetli Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1934 yılında Resmî Gazete’de yayınlanan bir kanun ile Cumhuriyetin topraklarını ve egemenliğe ortak aramamıştır. Sevrci işgal anlayışını Türk milletiyle beraber yırtıp atmıştır. Bugün yeni Sevrci sapıkların, teslimiyetçi olan Batı’nın ve ABD’nin bazı solcularının ve de bazı sağcılarının çırpınışı devamlı boşa çıkarılacaktır. Yeter ki istikrarlı ve çelişkili politikalar izlemeyelim. Siyasi partilerimiz millî meselelerde ve ortak sorunlarda birlik olabilsinler. Yapacağımız yeni tayinlerde dikkatli olalım. Her şeyden önce ülke menfaatleri geldiğinde samimi olalım. Anayasa değişikliklerinde çokkültürlülük tuzağına düşürülmeyelim. Sadakati değil, insanlarda liyakati esas alalım.
Çokkültürlülüğün resmen vatandaşların, farklı etnikliklerin birbirine yabancılaştırılması, hukuki ve siyasi anlamda ötekileştirilmesi, haksızlığı, ayıbı ve saygısızlığı olduğunu unutmayalım. Dünya küreselsizleşirken biz küreselleştirme yani millî devletlerin uysallaştırılması, bölünmesi, etkisizleştirilmesi oyununa düşmeyelim.