1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.
İletişim:apuhan@outlook.com
Osmanlı Devleti neden yıkılmıştır diye bir soru yöneltirsek, sanırım ortalama bir vatandaşımızın vereceği cevap: “1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik akımları…” şeklinde başlayacaktır. Oysaki bu cevap bir neden değil, sonuç olarak açıklanabilir. Osmanlı’nın çöküşünü getiren bu milliyetçilik akımı ne olmuştur da ihtişamlı İmparatorluğun bünyesinde yer bulmuş, bünyeye yerleşmiş ve onu ‘Hasta adam’ tanımlamasıyla yatağa düşürmüştür? Kıbrıs’ı fethettiğimiz tarih olan 1571 yılında, Londra Borsası’nda ilk gongun çaldığını söylesek ve 1500’lü yıllar boyunca Avrupa’da birçok ülkenin borsalarında işlem görüldüğü, halktan toplanan paraların sömürgecilik ve sanayileşme faaliyetlerinde kullanıldığını hatırlatırsak sanırım sonucu getiren sebebi de açıklamış oluruz.
E.G Mears şöyle der: “Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar… Siyasi denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yöntemlerinden biri sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır. Ve Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derece dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.” Bugünü anlamak için, geçmişi iyi bilmek gerekir düşüncesiyle Osmanlı ve Osmanlı’nın ekonomik sistemini biraz daha derinden incelemenin yararlı olacağı kanaatindeyim.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlı, milliyetçilik akımlarından çok önce ekonomik olarak rakip dünyanın gerisinde kalmış ve bu geri kalış, onu milliyetçilik akımlarına karşı zayıf kılmıştı. Osmanlı Devleti ekonomik gücünü iki temel unsur üzerine kurmuştu: İnsan gücü ve tarım. Bu iki güçte büyük ölçüde tükenirken, özellikle tarım sistemi her geçen gün çürürken, batı dünyası hemen hemen tüm politikalarını ‘para’ üzerine kurmuş, tüccarların para kazanmaları için devletler seferber olmuşlardır.
I. Elizabeth (1558-1603) şirketlere büyük haklar tanıdı. Kraliçe 1564’te denizcilik ve balıkçılığın gelişebilmesi için cuma günleri herkesin balık yemesini mecbur kıldı, et ve hayvan ithalatını yasakladı. Yine bu döneme denk gelen korsanlık yapmak için kurulan anonim şirketlerinin ilki ‘Bilinmeyen bölgelerin keşfi için tüccar maceraperestler meslek birliği ve şirketi’ adını taşıyordu. Ardından sömürge amaçlı Levant Company (Doğu Akdeniz) ve East İndia C. (Doğu Hindistan) geldi. Hollandalı Doğu Hindistan şirketinin gerek gördüğü ülkelere savaş açma ve uluslararası anlaşma yapma yetkisi vardı. İlk defa bir şirkete ülkelere savaş açma yetkisi ve anlaşma imzalama yetkisi verilmesi, ülkeler arası savaşın bambaşka boyutları taşındığının işaretini verirken, maalesef Osmanlı Devleti bu boyutları kavrayamamış ve felaket adım adım yaklaşmıştır.
Fransa’ya verilen 1740 kapitülasyonları, Belgrad Anlaşması’nda oynadıkları rolü oldukça aşmış gibidir. Bu kapitülasyonlar sayesinde Fransızlar, diledikleri yerde okul, kilise, hastane açabilecekler, Katoliklerin davalarına Fransız konsolosları bakacaklardı. Otorite bir kez sarsılmıştı. Hal böyle olunca Ayan sınıfı güçlendi. Ayan, devletle halk arasında bir köprü görevi yapan ‘üst sınıfın’ resmen kurumsallaşmış şekliydi. Vergi toplama sistemi de devlet ve halk arasında büyük uçurumlar açtı. Vergi toplama yetkisini alan mültezimler halka her türlü baskıyı yapıyordu. La Bruyers, tam da Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çıkan ‘Les Characteres’ adlı eserinde ‘Vergi Müteahhidi’ mültezimler için şöyle der: “Onların yalnızca altınları vardır. Onlar baba, dost, vatandaş hatta insan olamazlar.”
Devletin gücü zalimlerin elinde halka çile çektirmek için kullanıla dursun, devletin perişanlığı da her geçen gün artmıştır. Bosna sınırındaki savaş sırasında Sadrazam Koca Yusuf Paşa, İstanbul’dan para istediğinde I. Abdülhamid’ten şu cevabı alacaktır: “Tez elden 3-4 bin kese akçe istemişsiniz. Mevcut olsa alimallah kendi harçlığımdan gönderirdim.”
Uzun yıllar İsveç’in İstanbul elçiliğinde üst görevlerde bulunmuş ve Osmanlı’yı 7 ciltlik dev bir eserde incelemiş olan D’Ohson, 1790 Osmanlı ekonomisini şöyle anlatır: “İmparatorluğun hemen hemen bütün ticareti Yahudiler vasıtasıyla olur. Dış ticaret de hemen hemen yabancıların elindedir. Bunlar yerli tüccarlardan daha az vergi öderler. Reis dedikleri kaptanlarının bazısı pusula kullanmayı bilmez, harita kullanmaz. Her yıl Karadeniz’de birçok tekne kaybolur gider. O zaman ‘kaderin cilvesi’ derler. Bilgili Müslümanlar da hükümet de Fransız ve Raguna gemilerini tercih ediyor…”
Osmanlı bu haldeyken, Batı dünyası ise sömürgecilik faaliyetlerinde sermaye ve bilim faaliyetlerini iç içe geçirmiştir. 1784’de The Asiatic Society of Bengal derneğini kuran Sir William Jones, Arapça ve Farsça bilen, Farsça bir gramer yazmış önemli bir bilim adamıydı. Çalışmalarını Doğu Hindistan Şirketi destekliyordu. Bu şirket ayrıca Arapça, Farsça, Türkçe ve Hintçe çalışmaları ile İslam araştırmaları yaptırmaktaydı. Şirketin İran temsilcileri İran’ı inceliyordu. Mısır’ın ilk eski eser, maden, kültür vb. envanterlerini, Mısır’ı işgali sırasında Napolyon yaptırmıştı. Doğu incelemelerini teşvik edip bunun giderlerini karşılayacak olan bir kurum da Hamburg Ticaret Odası olacaktır.
Gerek dünyadaki gelişmeler, gerek Osmanlı’nın her alanda hızla gerilemesi sonunda devleti, borçlarını ödeyemez duruma getirmişti. Alacaklı devletler hiç gecikmeden Düyun-ı Umumiye (1881) idaresini kurarak tütün tekelinden, Ereğli kömürüne kadar birçok önemli gelir kaynağına el koydular. İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve Avusturyalı delegelerin ortak yönetimindeki bu kurum zamanla 5 bin kişi çalıştıran bir ‘Devletçik’ haline geldi.
Evet, Osmanlı gerekli tedbirleri gerektiği zamanlarda almayarak devletin intiharına sebebiyet vermişti.
Ekonomik gücün önemini kavrayabilmek için Düyun-ı Umumiye’ye bağlı olarak kurulan ‘Reji İdaresi’nden bahsetmeden geçemeyeceğim. Tütün çiftçisinin elinden tütününü almak için kurulan ve kolcular adı verilen kendi özel askerleriyle Türk çiftçisinin kendi tütünlerini çalmasının önüne geçmek isteyen reji idaresinin askerleri, 41 yıl içinde toplam 60 bin Türk’ü öldürmüşlerdir. Kolcuların elinden tütün kaçırmaya çalışmak, intiharla eş bir eylemdi.
Türk çiftçisi, kolculara karşı verdiği mücadeleyi birçoğumuzun severek dinlediği lakin hikâyesini bilmediği bir türküyle tarihe not düşmüştü:
Gidelim gidelim Halil’im çökertmeye varalım
Kolcular gelince Halil’im nerelere kaçalım
Teslim olmayalım Halil’im aman kurşun saçalım
Burası da asvat değil Halil’im aman bitez yalısı
Yüreğime ateş saldı telli kurşun yarası
Sistemler merkezde dengeye gelir. Merkeze inen darbeler, dengeyi imkânsız hale getirecek ve sistem dengesini yitirdikten sonra çökecektir. Osmanlı’da da bu böyle olmuştur. Ekonomik yapının merkezine oturtulan tarım, gerek içerideki gerileme, gerek dışarıdaki sanayileşme hamleleri ile çökme noktasına gelmiş ve bu ekonomik çöküş, siyasi çöküşü de beraberinde getirmiştir.
Sonuç olarak; doğru ve kalıcı çözüm peşinde olanlar, sorunları doğru tespit etmek durumundadırlar. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin yıkılışında ki en temel unsurun devletin içerisine düştüğü iktisadi buhran olduğundan yola çıkarak, geleceğe yönelik politikalar geliştirmenin izlenmesi gereken yol olduğuna inanıyorum.