Son günlerde aklı başında olan herkesi üzen tartışma konusu haline gelen başta Suriyeliler olmak üzere, ülkemize çeşitli şekillerde giren yabancılar olmuştur. Keşke böyle üzücü bir üslupla tartışılmasaydı. Türklerin nüfus istilası yoluyla mağlup edilebileceğini düşünenlerin, Suriyeli, Afganlı, Pakistanlı ve Afrikalıları Türkiye’ye pompaladıkları görülmektedir. Avrupa ülkeleri liderlerinin beyanları göz önünde tutulunca, bu göç mühendisliğinin tesadüf olmadığı fark edilmektedir. Baştan beri göçmenleri bünyenize alın, sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirin şeklindeki telkinlerle muhtelif baskıları görülmüştür. Buradan hareket edilince, Batı’nın göçe konu olanları geçici olarak değil, Türkiye’de kalıcı olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Binlerce insanın gökten inmediği bir gerçek ise bunların nasıl ülkemize giriş yaptıkları gerçekten ciddi bir konudur. Konuyu siyasete malzeme yaparak ve yaklaşan seçimleri de göz önüne alarak ensar şemsiyesi altına sokmak aslında kurnazca bir saptırmadır. Çok değişik sorunlar ortaya çıkmış, karşılıklı yaralamalar, ölümle sonuçlanan terör olayları görülmüştür. Çoğu kere Suriyeliler ve diğerleri kendi aralarında bile kavga etmişlerdir. Batı’nın emir askeri olan Yunanistan, Adalar Denizi’nde göçmenlerle ilgili çiğnemedik yasa bırakmamış, göçmenlerin Avrupa’ya sokulmaması için onları ölüme terk etmiş, botlarını parçalamış, AB ve Türkiye’nin yaptığı geriye döndürme sözleşmesi gereği Yunanistan insan hakları ile çelişen çok çirkin örnekleri Ege’de sergilemiştir. Bizleri başlarından savmak isteyen Batılı ülkeler kabul ettikleri maddi yardımların çok azını yerine getirmişlerdir. Her ciddi ülke gibi Türkiye’nin topraklarına sahip çıkması, ırkçılıktan habersiz bazılarınca Türkiye’yi suçlama hedefi haline gelmiştir. Bu kargaşa ortamında birçok kaliteli insan gücümüz, Batılı ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır. Bu da ülkemiz bakımından çok olumsuz bir gelişmedir. Türkiye’de siyasetin ağız kavgası haline getirilmesi, Ramazan ayında iftar sofralarında bile birlikte olamama birçok kimsede ümitsizlik doğurmuştur.
Yabancı kaynaklı nüfus her türlü üzücü ve çirkin olaylara karışmış ve kullanılmışlardır. Asgari ücretin çok altında çalıştırılmışlar ve iş gücümüzün bir kısmının işsizliğine sebep olmuşlardır. Bunların zamanla dost ve müttefiklerimiz tarafından Türkiye’yi sıkıştırmada kullanılan örgütler haline getirilmeleri çok kolay olacaktır. Kullanılıp limon gibi sıkılıp atılacak PKK’nın yerini başkaları alacaktır. Bu konuda fazla iyimser olmak son derece yanlıştır. Hele “bunlar olmasa ekonomi iflas eder, bunlara ihtiyacımız büyüktür” gibi laflar eden ister hoca ister sıradan vatandaş olsun bunların sağlık durumu gözden geçirilmelidir. Çevremizde mülkiyetin el değiştirdiği çok net ve açıktır. İster istemez ensar yerliler mi; yoksa koruma altına alınmışlar mı sorusu akla gelmektedir. Yapılan bütün araştırmalarda geçici koruma altındakilerin isimlerinde olduğu gibi ülkelerine geri gönderilmeleri %80’leri aşan oranda talep edilmektedir. Ülkeyi yönetenlerin bunu göz önüne almaları gerekir. Bazıları ise; gazete sütunlarındaki yazılarında geri dönüşü savunanların mahkemeye verilmeleri istenmiştir. Koruma altındakiler; mesela Fatih civarında yaptıkları binaların isimlerini “Arap Anadolu” veya “Anadolu Federasyonu” ve benzerleri şeklinde isimler koyabilmişlerdir. Türkçelerini geliştirmeyi adeta reddetmişler “siz Arapçayı öğrenin” diyebilmişlerdir. Burada Türkiye, mesela Kilis’te nüfusun yarısını teşkil eden Araplara daha iyi hizmet verebilmek için devlet memurlarına Arapça kurslar bile açılabilmiştir. Bu çelişki hiçbir ciddi devlette görülmez. Geçici koruma altına alınanlar ile Türkiye’ye dönem dönem göç etmiş soydaşlarımızı ve Osmanlı beşeri coğrafyasının çeşitli unsurlarını yaptığı göç hareketleri birbiriyle tamamen terstir. Tekrar Türkiye’ye göç eden Türkler ve akraba toplulukları asıl vatanlarına, dedelerinin topraklarına dönmüşlerdir. Hatta bu dönüşte Evlâd-ı Fâtihan çok büyük sorunlarla karşılaşmış ev ve barklarına el konmuş, göçe zorlanmışlardır. Bunlar bu fedakarlıklara katlanmayıp daha emniyetli ve kısa bir yol olarak mesela İtalya’yı seçmemişler; Anadolu’ya dönmüşlerdir. Türkiye’ye girişte kendilerinin de Türk olduklarını ifade etmişlerdir. Anlayıp dinlemeden çok farklı şeyleri aynı gibi göstermek siyasetçilerin bu gibi konulara pek dikkat etmediklerini göstermektedir.
Türkiye’ye sığınan yabancılar birçok şehrimizde nüfusun yarısını teşkil eder hale gelmişlerdir. Vergi vermeyen, sağlıkta değişik imkanlar sağlanan ve çeşitli kolaylıklar tanınan bu insanların ülkeye maliyeti de çok yüksektir. Türkiye’de görülen ekonomik kriz, Korona virüsü salgını ile daha da büyümüş, daha önce yapılan fabrika, tesis özelleştirmelerinin milli ve yerli görüşle yapılmadığını ortaya koymuştur. Osmanlı devleti bu gibi konularda çok hassas hareket etmiş; sığınmacıların belirli bir yerde gettolaşmasına fazla imkân sağlamamıştır. Ülkemizde yanlış uygulamalar, bilimsel olmayan inatçı tutumlar, liyakatin pek esas alınmaması, kamu kaynaklarının eşe dosta ikram edilmesi, bağımsız kurumların Cumhurbaşkanlığına tam bağımlı hale getirilmeleri, üretmek yerine ithal hastalığı, tarımdan hayvancılığa kadar ekonomiyi perişan etmiş, Türk çiftçisi yerine, yabancıları zengin etmiştir. Savunma sanayii dahil birçok alanda güzel örneklerini gördüğümüz üretim anlayışı tarımda ve hayvancılıkta, eğitimde ve kültür politikasında neden aynı başarıyı gösteremediği çok düşündürücüdür. Eğer faizleri sabit tutarak resmi kanalca belirleyecekseniz; bu dalgalı kur olamaz. Öcü kabul ettiğimiz faizleri hep tokatlayıp indirdik ve kuru yükselttik. İhracatı artırmak istedik ancak ihracat büyük oranda ithal girdiye dayandığı için yine yolda kaldık. Türkiye’yi kendi elimizle yanlışlar yaparak istikrarsız bir hale getirdik.