Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Yapma dilciler saldırgandır. Pervasızdır. Tevfik Fikret’in başı çektiği, Şinasi’den el almış nesil de onlardandır. ‘Yeni’nin ve ‘medeniyet’in arkasına saklanarak konuşurlar. Medeniyet her kapıyı açan sihirli sözdür. İtiraz edebilmek o devir için bundan dolayı zordur. “Sen medeniyete karşı mı geliyorsun?” dense iş biter. Kimse dinlemek istemez, anlamak istemez, konuşturmazlar da. (Şimdi de o zamanların bir diğer kutbunun benimsediği yolu takip ederek din üzerinden susturuyoruz ya...)
Son asırların değişmez kânunu budur. İki yüzyıl boyunca bu oyunu görememiş okumuşlar nesli ise bu kurgunun akıl almaz zaferidir. Bizim maarifimiz, bu trajik başarının baş mimarıdır. Başka millet ve devletlerde, kendine düşman nesiller yetiştiren böyle bir millî eğitim örneğine rastlamak mümkün değildir. Sömürgelerde bile yoktur.
Görüntü sahtekârlığı gizler
Maharetle yürütülen bir süreçtir. Düşünme fırsatı verilmez. Tam bir bombardıman vardır.
Dil meselesinde de böyle bir aldanış söz konusudur. Muhtemelen, sonuçları îtibâriyle daha da ağırdır. Yine hak suretinde plânlanmış bir iştir. Dil deviricileri, Arı Türkçe, Öz Türkçe gibi çok da karşı çıkılamayacağını hesap ettikleri bir slogandan hareket ederler. Hâlbuki Türklükle münasebetlerine baksanız, bu konudaki ırkçılığa varan tutumlarının bir aldatmaca olduğunu hemen fark edersiniz. Çünkü Türk’ün hemen her şeyine karşıdırlar.
Atatürk’ten sonra, Türklüğün bir değer ifade ettiği Cumhuriyetin ilk yıllarının zihniyeti daha keskin bir anlayışla devam ediyor gibiydi. Sadece görüntü böyleydi, gerçekte içi boşalmakta olan kırık bir kap gibiydi. 1938-50 arasındaki İnönü dönemi de, sonra gelen dönem de bu kabı boşaltmaya hizmet etti. 1950-60 arası iktidarının en büyük yanlışlarından biri, dil ve kültür derdinin olmamasıydı. Şayet dile eğilselerdi, yıkım durur ve hatta önlenirdi. En büyük dil, tarih ve edebiyat otoritemiz Fuat Köprülü, o devrin önde gelen siyâsî aktörü olmasına rağmen, belirgin bir kültür dikkatinin görülmemesi hayret edilecek işlerdendir. Dil ve kültür işini yine sol muhalifler teşkilatlandırmışlardır.
Sağ denen geniş siyâsî yelpâze, bu geleneğe bağlanacak ve kültürle neredeyse ilgilenmemeyi düstur edinecektir. Hâlâ öyledir. Sağcılık onun için sığ görünür. Çoğunluktur; gücü sınırlı, tesîri ondan da azdır. Karşısındakiler, kültür üzerinden yetişirler, konuşurlar ve – öyle olmadıkları halde- daha derin görünürler. Köylülükten bahsederken bile şehirlidirler. Dün de öyleydi, bugün de böyledir.
Türkiye bunları konuşmamıştır, konuşmaz
Görülen o ki, Türkiye’nin en büyük sıkıntısı okumuş nesillerinin iki yüz yıllık yabancılaşmasıdır. Bu doğru. Yalnız, bu yabancılaşmayı önleyemeyen de biziz. Karşı duruşlar da sığ ve kültürel yetişmişlik temelinden yoksundur. Neticesi, şehirli karakterini köylülüğe doğru yöneltmek olmuştur. Çok yönlü bir kültür gelişmesinin, sanatın, hayatın her alanına sinmiş bir zevkin insan tipi yetiştirilememiştir. Bunun da birinci sebebi dildir. En azından yüzyıllık dalgalanmalar içinde dildir, günümüzde şaşmaz bir kesinlikle dildir.
Dilimiz, 1928’den beri her taraftan darbeler alan dayanıklı bir boksör gibidir. 1932’den itibaren gelenler, daha önceki zamanlardan farklı, indirici darbelerdir. Sistemli bir şekilde ve devlet destekli olarak yapılan akıl almaz bir iştir.
Türk Dili Tedkıyk Cemiyeti
Türklüğü öne çıkaran Cumhuriyet’in kurucuları da, dili de dâhil ettikleri bir mühendislikle yeni bir millet yapısı düzenleme peşindeydiler. Ne yazık ki dil deviricilerinin başını çektiler ve - istediklerinin tam zıddı olarak- yıkıcılığa zemin hazırladılar. Sosyal olaylar böyledir: Dozu iyi ayarlanamaz ve olgunlaştırılamazsa, istenenin tam tersi öne çıkar.
1932’de, Türk Dili Tedkıyk Cemiyeti’nin kuruluşuyla dil mühendisliğinin devri tam olarak başlar. Dil Inkılâbı denen akıl almaz hoyratlıkta denemelerle başını alıp giden yıkıcılığın önü açılır. Şu da bir başka gerçektir: Eğer, 1932’deki o çılgın Öz Türkçe, Arı Türkçe denemeleri olmasaydı, alfabe değişikliği bile büyük tarihle bağımızı koparamazdı. Çünkü dil alfabeyle sendeler ama yıkılmaz. Kısa-uzun bir aradan sonra toparlanır ve devam eder. Kaybı az olur.
Artık dil derdimiz yok gibi
Evet, Türkçe’nin talihsizliği tek yönlü değildir. Öğretenlerden başlar, konuşan ve yazan kesimlere yayılır. En büyük mesele bir dil dikkatinin yerleşmemesi dolayısıyla farkında olmamaktır.
Türk çocukları, başka dilleri doğru kullanma konusunda gösterdikleri titizliği kendi dillerinden esirgerler. Bunu konuşmak bile istemezler. Böyle olmasaydı, TRT dâhil bütün televizyon kanallarında Türkçe’nin canına okuyan kullanışlar, söyleyişler olmazdı. Bugün televizyonların en önde aktörleri olan spiker, sunucu ve muhabir kadroları yanlışa kodlanmış ordular gibidirler. Bozucu ve bozguncu bir düşman silâhlısı gibi dil talanındadırlar. Bu gerçeği, en keskin şekilde görmek ve söylemek ilim, kültür ve vatan borcudur.
Yine söylüyorum, mensubu bulunduğum TRT de bu bozgunculuğun ön safında yer tutmuş haldedir. Haber dinleyecek kanal bulamayacak kadar zavallı bir duruma düştüğümüz yılları yaşıyoruz. Haber muhtevası ayrı, telâffuz meselesi ayrı belâdır. Doğru söylenmiş, mânâya uygun bir vurgulamayla tam seslendirilmiş bir cümle duymak neredeyse imkânsız bir iştir.
Bu hususta peş peşe yazılar kaleme almaya devam edeceğim. Yanlışın kaide olduğu bir devirdeyiz. Dil, millet hayâtında taşıyıcı direktir. Ondaki bozulma hayâtı sarsar. Gidiş orayadır.
Son yıllarda bütün medyayı kaplayan doğrudan kaçış sanki bir kampanyadır. Bu kampanyanın bilgiden, görgüden, doğrudan, iyiden-güzelden, yâni kendinden kaçış olduğunu, böyle bir psikolojinin sevgisizlik ekeceğini içim yanarak söylemek istiyorum. Bu bir iddia değildir: Gören göz, düşünen akıl için her şey meydandadır.