Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
İdeolojik boyutu sınırlandırılmış, millî ülküsü olmayan, asgari müştereklerde birlikte hareket edebilmek refleksinden yoksun, fikir ve düşünce derinliği yok edilerek sığ hale getirilmiş insanların oluşturduğu toplumlarda her şey siyah beyazdır.
Ya tümü ile kabul ya da tümü ile ret anlayışının her gün biraz daha ayrıştırdığı insanlar, zamanla kendisine de yabancılaşacaktır. Ortak ana çizgide birleşmek ve gönül seferberliği saikiyle büyümek gayreti yerine basit nedenlerle birbirini öteleyenler zamanla yalnızlık girdabında boğulduklarının farkına bile varamadan silinip gideceklerdir.
Bu tehlikeye karşı kendi aramızda ortak paydalarda buluşmak, milleti de bu doğrultuda teşkilatlandırmak zorundayız.
Aynı idealleri benimseyen ve aynı sosyal-siyasi ve kültürel anlayışa mensup olduklarını iddia eden insanlar arasında herkesin; benim dediğim doğrudur, benim tarzım doğrudur, benim yorumum ve bakışım doğrudur demeye hakkı vardır. Ancak hiç kimsenin sadece benim dediğim doğrudur, benim bakışım doğrudur, benim tarzım doğrudur demeye hakkı yoktur.
Benim kanaatim doğrudur demeye herkesin hakkı vardır ancak hak ve doğru olan sadece benim kanaatimdir demeye kimsenin hakkı yoktur.
Sanal ortamlarda, sanal sayfalarda veya günlük hayatın içinde kendi aralarında tartışan ülkücülerin yukarıda bahsettiğim çerçevede yazışmaları, konuşmaları bence en uygun tarz olmalıdır.
Özellikle, okumuş yazmış ve eli kalem tutan bazı arkadaşlarımızın birilerine karşı görüş yazarken itham edici ifadeleri terk edip ikna edici yaklaşım tarzını tercih etmeleri bize yakışan yol olsa gerek.
Bakmakla görmek arasında ki farkı da hesaba katmalıyız.
Kimin hangi meseleye nereden ve nasıl baktığını tam anlamadan, toptan ret ve toptan kabul gibi bir skolastik düşünce tarzı Ülkücülerin tarzı olamaz.
Bir konuda tarz veya bakış açısı farkından dolayı tabanda yapılan münazaralar da diğer bir arkadaşını tekfir eden, alaya alan, bazen de hain ilan edecek kadar ileri gidenler ayrışmayı körükleyen samimiyetsizler olarak algılanacaktır.
Bizim gençlik yıllarımızda yani biz yetişirken toplumun genel yapısına baktığımızda; yitirilmiş ilim, yarı cahil bir cemiyet, milli şuurdan yoksun yığınlar, maddi zorluklarla boğuşan kitleler, çok yaygın halde olan taklit ve yüzeysel din anlayışı, heder edilen ve sömürülen ülke kaynakları, gasp edilmiş haklar, kanunların belli zümreleri koruyan zırh gibi kullanılması, idealsiz yöneticiler ve adamcılık esasına göre atanmış devlet yöneticileri vardı.
Biz Türkiye de öncelikleri değiştirilmiş ve sadece kendini düşünen, millet olmanın farkına bile varamamış insanlarla karşılaştık.
Bu olumsuz durum karşısında gerçek anlamda milli bir yapı tesis edebilmek ve millet olmanın şuuruna varmış bir toplumsal doku kurabilmek için mücadele eden, Alpaslan Türkeş, Nihal Atsız, Dündar Taşer, Galip Erdem, Seyyid. A. Arvasi, Erol Güngör ve benzeri bir avuç Türk milliyetçisi vardı.
Varmış oldukları sonuç; milletin değişip başkalaştığı, cemiyetin, toplumun her alanında cehalete düştüğü, milli ve dini meselelerde yüzeysel bilgilerle donatıldığı, oluşturulan bu cehalet sebebiyle modernleşme adına kimlik kaybına uğradığı, duyarsızlaştığı, hatta bazılarının düşman saflarına katılarak onların ideolojilerine tabi olduğu gerçeğidir…
Bize gerçeği öğrettiler, gösterdiler. Yerden göğe kadar haklıydılar.
Çünkü Türkiye de kültür emperyalizmi etkili olmuş, kavramların anlamı değiştirilmiş, Türk’e ait olmayan her mefhum ve davranış hoş-güzel gösterilmişti yıllarca.
Türk milliyetçileri ve kıt imkânlarla devasa problemlere karşı mücadele başlatan Ülkücüler ne yaptı o dönemlerde?
Hatırlamamız gereken şudur:
Öncelikle Türk gençlerini milli ve manevi değerlere saygılı, bu anlamda bilgili ve şuurlu insan olarak yetiştirmek… Müslüman Türk kimliğini temsil eden insan yetişmesini ilk hedef olarak belirlediler.
Yeni yetişen üniversite gençliğinin fert-toplum meselelerini tanımasını sağlamak ve toplumda söz sahibi yapmak için kadrolar yetişmesine öncelik tanıdılar.
Millet yararına, toplumsal fayda niteliği taşıyan her konuda kim var? Diye sorulduğunda; sağına soluna bakmadan “Ben buradayım! Ben varım.” diyebilen, Türklük ve Müslümanlık şuuruna ermiş fertler müteşekkil kitleleşmek sürecini başlattılar.
O günkü deyimle milliyetçi Türkiye’nin inşasına katkıda bulunacak, siyasi, iktisadi ve askeri dengelerin değiştiği dünyada, uluslararası platformlarda söz sahibi olabilecek, özgüveni tam, köklerinin farkında olan, bilinçli; tarihini, kendini ve hedefini iyi bilen, araştıran, sorgulayan, öğrenen, üreten, girişimci gençler yetiştirmeyi kendilerine şiar edindiler yıllarca, başardılar. Evet, Türk’ün binlerce yıllık milli ruhunu taşıyan gençler, kadrolar ve kitleler yetiştirdi Türkiye’de.
Ülkücü hareketin iktidara yürüyüşünü fark eden emperyalistler,12 Eylül darbesi neticesinde kervanımızı dağıtmaya çalıştılar.
Üzerimizden tank geçti.
Ama yılmadık. Türkeş yine yeniden teşkilatlandırdı Ülkücüleri.
Lakin ömrü vefa etmedi, vefat etti Türkeş.
Şimdi düşünüyorum.
Türkiye’de toplumsal yapı ve milli şuur ne durumdadır?
Karşı karşıya kaldığımız tehlikelerin çeşitleri, boyutları nedir?
Cevapları tahmin edebiliyorum ancak “Biz şu anda kadrolaşmak, kitleleşmek ve devletleşmek için ne yapıyoruz?” sorusunun cevabını merak ediyorum.
Yani demek istediğim şudur; ticari elit, siyasi elit, bürokratik elit sahalarında ne durumdayız?
Ülke yönetimini devralmak üzere yeterince organize olabildik mi?
Sosyal ve siyasi alanda ne kadar etkiliyiz?
Toplumda karşılığımız nedir? İşte bu hususlarda biraz düşünmeliyiz…