Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Türkçe tarih boyunca birçok yabancı dilin etki alanına girdi. Bunların bir kısmı bile isteye giriştiğimiz yakınlaşmalar ve etkileşmelerdir. Din değiştirmemizden sonra Arapça ve Farsça karşısındaki durumumuz böyledir. Arapça’yı, girdiğimiz dinin kitabının dili olarak benimsedik. Öğrendik, öğrettik. Kendimize ilim dili seçtik ve o ölçüyü uzun yıllar devam ettirdik.
Farsça, hem din kavramları bakımından, hem de edebiyat bakımından benimsediğimiz bir dildi. Biz İslamiyet’i, onlardan öğrendik. Onların Arapça’dan tercüme ettikleri kavramları aldık. Mesela, Arapça ‘salat’ demedik, Farsça ‘namaz’ dedik. ‘Savm’ demedik, Farsça’dan rûze’yi oruç şeklinde Türk sesiyle aldık. Peygamber, abdest ve günah gibi daha onlarca kavramı Farsça’dan aldık.
Fakat Farsça’nın Türkçe üzerindeki tayin edici etkisi daha başka ve büyüktür. Biz Türkler Fars Edebiyatı’nı örnek aldık ve edebiyatta acemleri hoca edindik. Bununla da kalmadık, zor kabul edilir bir hamleye giriştik. Bütün Türkçe kelimeleri esas itibariyle Farsça sayan bir anlayışı benimsedik. Bu duruma göre, her kelimenin sesi, telaffuz ölçüsü Farsça’nın estetiğine göre olacaktı. Seste ölçü (miyar) Farsça’ydı. Bu, belki de bütün tarih asırlarında nadir görülecek bir haldi. Uzun konuşulacak bir bahistir.
Bu kadar derin bir kabullenişi çok kimse bir teslimiyet gibi anlayabilir. Son zamanların sulandırılmış moda tabiriyle ‘Türkçe’nin bekası’na yol açacak bir ağır tercih gibi değerlendirebilir. Bunu ilk defa bu yazıda gören bir kimsenin ilk düşüncesi de bu olabilir. Şayet az çok bir tarih ve edebiyat kültürü yoksa hala böyle düşünmeye de devam edebilir. Öyle ya, kendi dilinin ses tartımını bir başka dile göre ayarlamayı kural haline getirmiş görünüyorsunuz. Başka türlü anlaşılması güç bir mesele.
Ama öyle mi?
Neticeyi söylemeye çalışalım: Türkçe, bu ağır vesayet görüntüsünden tahmin edilenden çok çok az zarar görerek çıkmıştır. Faydası zararından bin kat daha yüksektir. Bunu bir mucize gibi kabul etmek mümkündür. Türk kendisi kalmayı başarmıştır. Kendi ses sistemi içinde kendi sesini yaratmıştır. Türk, dilini güzelleştirmek için bu yolu seçmiş diyeceğiniz bir sonuç vardır. Şuurlu bir tercih olduğunu düşündürecek bir süreç yaşanmıştır. Taklidçileri geçiniz. Onlar örnek olmaktan uzaktır. İstisna olarak kalmışlardır. Okumuşlar arasında çeşitli görüşler ve yollar takip edilse de Türkçecilik merkezdedir.
Farsça’yı Türkçe için ölçü alışın nasıl uygulandığı ve ne netice verdiği önemlidir. Bazılarının ölçüsüzce iddia ettiği gibi bir durum yoktur: Türkçe hiçbir zaman Farsçalaşmamıştır. Çünkü önce bir büyük millet dili olarak Türkçe’nin kudreti buna manidir. Diğer taraftan yaratılış ve sosyal oluşumu, dillerin ve milletlerin oluşumu gerçeğini görmek lazımdır. Dil ve hançere zor değişir. Asırlar ister. Dilde Farsçanın benimsenmesinde hançereyi değiştirmek gibi bir temel hedef olduğunu da zannetmem. Zaten değişmez. Ancak bir dili kabul ederseniz, nesiller sonra o dile göre bir ses ayarlaması olur. Bizim var olan dilimiz, bozulmamış gırtlağımız her aldığı kelimeye Türk sesini vermiştir.
Her şey Türkçe için
Bizde Türkçe’nin esas alınması değişmemiştir. Burada problem yoktur. 2. Murad’dan, Âşık Paşa’dan başka bu dil dikkatini söyleyen kuvvetli milliyetçiler ve milliyetçilikler vardır. Osmanlı’ya geldiğimizde artık devletin dili Türkçedir. Cedlerimiz dünyaya hâkim olurken, karşılaştıkları toplumlardan hoşlarına giden çok şeyi aldıkları gibi başka dillerden faydalanmayı da ihmal etmemişlerdir. Tekrar edeyim: Fars Edebiyatını hoca ve Farsça’yı örnek kabul etmek Türkçe’nin güzelleşmesi içindir. Büyük bir edebiyat dili olduğunu anlamış ve zevkine varmışlardır. Bunu anlayan zekâ ve duyan zevk bir yol haritası çizmiştir. Dilimizin edebiyatta Farsça ile yarışır hale gelmesi hedefini koymuşlardır.
Evet asıl kullanacağımız tabir bu yarıştır. “Sizi örnek alacak ve geçeceğiz.” demişlerdir. İşin bu tarafına bakmak daha doğru olacaktır. Yoksa Fuzûlî’nin burada daha önce verdiğim yakarışını ve pek çok şair ve sanatkârımızın bu yöndeki sözlerini ve özellikle Ali Şir Nevâî babamızın Muhakemetü’l-Lügateyn’ini nasıl anlayacağız? 15. Asırda Türkçe’nin Farsça’ya üstün olduğunu anlatan bu kitabı ve şiirleri yüksek Türklük şuurunun eseridir. Belki diğer eserlerinde de bu şuurun açık söylenişleri vardır. Nevâî uzmanı sevgili Vahit Türk dostumuz bize bunları da söyleyecektir.
Acem şiiri üstündü
Edebiyatta hocamız Farslardır, dedik. Divan şiirine bakınız, dediğimiz yarışa sıkça rastlayacaksınız. Evet, Osmanlı dönemi divan şiirinin bütün hedefi Türkçe söyleyerek Fars şiirini geçmektir. Şairler önce kendi söylediklerini Acem şiirinin en büyük üstadlarının söyleyişleri seviyesinde görerek övünürlerdi.
“Misli yokdur Acem’de gerçi Fehîm
Rûm’da Örfî’ye nazîr benem”
(Gerçi Acem’de benzeri yoktur amma, Anadolu’da Örfî’ye benzeyen benim) diyen Fehîm-i Kadîm, hemen her Türk şairinin duygusunu söyler. Örfî, Hâfız gibi en çok özenilen İranlı şairdir. Benzerleri gibi divanının şerhleri İran’dan çok bizdedir. Bu da bizimkilerin o edebiyatı hem ne kadar önemsediğini, hem de ne kadar iyi bildiğini gösteren esaslı bir göstergedir. Zaten bu derinlik olmasa Türk Divan Şiiri o seviyelere gelemezdi.
Nâbî,
İtmiş üstâd-ı ezel Örfî vü Hâkânî’den
Feyz ile mertebe-i tab’-ı şerîfin ber-ter nâb
(Ezel Üstadı, Örfî ve Hâkânî’den feyz alarak şerefli mertebesini âlâ dereceye yükseltmiş) derken, hem Örfî’yi, hem de Hâkânî’yi anar.
Bunlar en yüksekte görülen ve ölçü alınan isimlerdir. On kadar şair seçilmiştir. En başta tabii ki dünya şiirinin de zirvesinde yer alan Hâfız vardır. Bu imreniş ve kendisi için varılacak hedef görme bir yerde tamamlanmış görünür. 16. Asrın ortalarında öğrencilik biter ve yarış eşitler arası bir koşuya dönüşür. Orada da kalmaz, “Biz sizi geçtik” duygusu yerleşir. Artık Türk şairleri Acem şiirini geçtiklerini söylemeye başlarlar.
17. Yüzyıl şairi Bosnalı Mezâkî,
“Görseler ger bu kasidem bana reşk eyler
Örfi vü Tâlib ile Muhteşem-i Kâşânî”
( Eğer bu kasidemi görseler, Örfî, Tâlib ve Muhteşem-i Kâşânî beni kıskanırlar) der.
Nef’î,
“Nezâketde metânetde kelâmum benzemez asla
Ne Örfi’ye ne Hâkânî’ye bu bir tarz-ı âhardur”
(Benim sözüm, incelikte, sağlamlıkta, Ne Örfî’ye benzer, ne de Hâkânî’ye, bu başka bir tarzdır) diye övünür.
Daha ileri gidenler vardır.
“İşitmiş cânib-i Şîrâz’da azmüm şerm idüp
Örfi hemân Sa’dî vü Hâfız ile girmiş zîr-i kabrâya”
(Şiraz taraflarına vardığımı işiten Örfî, Sâdî ve Hâfız hemen yerin dibine –kabirlerine- girmişler) diyen Sünbülzâde Vehbî, biraz da ‘Acem mübalağası’na başvurmuş ve pek de iyi etmemiştir.
İki büyük kazancımız
Bu sürecin sonunda kendimize güven geldiği ve Fars tesirini kendi kabımızda erittiğimiz, kendi hassasiyetimizle söylediğimiz şiirlerde Türkçeleştirdiğimiz açıktır. Bu, bir ölçüde Roma-Grek dili ve eserlerinin batıda edebiyatların teşekkül devresinde örnek alınmasına benzer. Bahis uzundur. Dilcilerimiz daha ayrıntılı tesbitlerde bulunurlar. Çünkü çok yönlü tesirler ve değişmeler yaşandığı açıktır.
Madem dil konuşuyoruz, dilimiz açısından önemli bir sonucu söylemeden geçmemeliyim: Asırlar süren Farsça ile Türkçe iç-içeliğinde iki hususun öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunlar büyük kazançlarımızdır. Türkçe’nin çok bilinen ve en sağlam taraflarından biri olduğu su götürmez ünlü ve ünsüz uyumu kuralları bu devreden itibaren gevşemiştir. Pek çok Türkçe kelimede ve halk dilinde devam etmesine rağmen böyle bir ses değişmesi yaşanmıştır.
Artık Türkçe, çok sesli, ince-kalın seslerin peşpeşe geldiği kelimelere sahip müzikal bir dildir. Onlardan aldığımız kelimeleri de onlardan farklı bir sesle söylüyoruz. Bunlarda da Türkçe ses oluşmuştur. Örnek binlercedir. Efsene demiyoruz, efsâne diyoruz. Tarazu demiyoruz, terâzi diyoruz. Hatta bu dönemden sonra Türkçe ana kelimesini anne şeklinde daha çok kullanıyoruz. Köylük yerlerde hala sesli uyumuna göre efsene, terezi dendiği vâkîdir. O sağlam genetikle halkın hançeresinin henüz bu değişmeye geçebildiği söylenemez. Ancak, iletişimin gücüyle artık ücra yerlerde de bu değişmelere uyuluyor. Bunun bir kazanç olduğu muhakkaktır.
İkinci bir husus da çok önemlidir. Farsça ve Arapça ile yakınlığımızdan Türkçe’ye uzun hece girmiştir. Bu uzun hecenin duyurduğu âhenk de dilimizi çok güzelleştirmiştir.
Bu ikisi Türkçe’yi bir kuşdili haline getiren değişmelerdir. Dilimizin yüksek estetiğiyle bir dünya dili haline gelmesi bu ve benzeri hamlelerle Türk yaratıcılığının eşsiz eseridir