Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

“İşte Geldik Gidiyoruz!”

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Ömrümün yarısından fazlasını geçirdiğim TRT’den emekli oldum. “Emekli edildim” demek belki daha doğru. Aralarında yetişmiş yüzlerce insan bulunan binlerle meslektaşım, iş arkadaşım gibi.

Yaş haddinden emekliliğe iki yılı kalmış bir kimsenin, ‘emekli edilmiş’ gibi hissetmesine şaşılır. Şekil bakımından öyledir. Gelin görün ki, 24 Haziran seçimlerinin hemen arkasından gelen KHK bombardımanı durumu olağanüstü seviyesine taşıdı. 9 Temmuz tarihli 903 sayılı olanı en kapsamlısıydı ve biz de onun içinde sayılıyorduk.

Durum şuydu: TRT başta gelmek üzere bazı devlet daireleri yeniden şekillendiriliyor, emekliliği gelenlere teşvikler veriliyor ve gitmeleri isteniyordu. TRT için bu üçüncü özel kanunda -KHK’da-  emekliliği tercih etmeyenler için çeşitli sopalar da sıralanmıştı. Kurumun ihtiyacım yok dediği kişiler devlet personel havuzuna alınacak, il içinde yer aranacak, uygun yer bulunamazsa artık neresi olursa…

Bu mama, olmazsa şantaj ve tehdit dilinin kanun ve devlet dili olmamasını geçiyorum. Alelacele tasfiyeyi tamamlama anlayışını da geçiyorum. Fakat yönetenlerimizin bunu yapmakla ne elde edecekleri ve ülkenin ne kazanacağı sorusunu geçemiyorum. Derdimiz Türkiye.

Devlet fikri nerelerde?

Hemen söyleyeyim: Devlet fikriyle, devlet aklıyla, hadi onu geçtik işletme mantığıyla böyle bir karar verilebilir mi? Cevap kısa ve net: Dosya bilen, iş bilen, gelenleri yetiştirecek olan kimse bırakmamak için bildiğimiz bütün yönetim kurallarının ve hayatın tabii işleyişinin değişmesi gerekiyor. Öyle bir suyu tersine akıtma denemesi karşısındayız.

Özür dileyerek, en yakın bildiğim örnek olduğu için kendimden bahsedeceğim.

38 yıllık devlet memurluğumun 33 yılını TRT’de geçirdim. Metin yazarı, senarist, sunucu,  yapımcı, yönetmen olarak 2000’den fazla programa imza attım. Bugün adı Avaz olan kanalın sorumluluğunu (şimdi koordinatör diyorlar) yürüttüm. Yurtdışında temsilcilik kurdum. İki ayrı ülkede temsilcilik ettim. Şair, denemeci, röportajcı ve tenkitçi sıfatlarıyla 50 yıllık bir sanat hayatım var.

Bu müktesebatla on yıl, durumları benim gibi müstesna değerde iki arkadaşımla odamızda oturdum. Yanlış duymadınız, oturdum. Hasbelkader odaya gelenlerle bir konu açılırsa sohbet ettim. Bunun dışında, ne kurum ne de memleket meseleleriyle ilgili TRT’yi ve devleti yönetenlerden bir Allah’ın kulu ile davetli olarak görüşmedim. Bir konuyu devamlı söylemek dışında ben de kimseyi aramadım. O konu da tahmin edeceğiniz gibi bu gazetedeki yazılarımda feryat ettiğim sevgili dilimin bozulmasıdır.

Türkçesiz TRT dönemi

TRT’nin telaffuz katliamına başladığı 7-8 yıl öncesinden başlayarak o sırada tanıdığım birkaç yetkiliyle konuştum. Önce Haber Dairesi Başkanı, sonra Denetleme Kurulu Başkanı olan Mehmet Alkaş’la defalarca görüştüm. Not verdim. Yukarıya götürmesini istedim. Kendisi spikerdi. Bu durumdan da rahatsızdı. Yeni alınanların da hocasıydı. Dinlerler zannettim. Benden büyük olmasına rağmen “Abi” diye hitab ederdi... “Abi affedersin… bir şey yapamadım...” dedi. 

Bununla yetinmeyip zaman zaman sosyal medyada yazdım. İsim vererek bizim spikerlerin Türkçeyi nasıl katlettiğini belirttim. Her yere ulaştı. İstedim ki, en azından “Devlet memurusun, kurumunu nasıl tenkit edersin?” desinler de konu açılsın. Bunu bile demediler. Yıkmaya devam ettiler. 

Bir ara spor kanalı koordinatörü olan Yaşar Kefeli bizim odaya geldi. Ona da açtım. Sonra yemekte karşılaştık. Arkadaşlarımın yanında spikerlerin aslında bildikleri ve yıllarca doğru ve güzel kullandıkları dili nasıl bozduklarını uzun uzun anlattım. Üçüncü karşılaşmamamızda, “Ben hepsini toplasam, sen bir konuşur musun ?” dedi. “Elbette” dedim. Anlı şanlı spikerlerimizle ne konuştu, ne oldu bilmiyorum, olmadı.  Bir müddet sonra da Yaşar dış göreve gitti.

Bununla da yetinmedim: Gazetelerde, dergilerde konuyu yazdım. Mesela, hükûmeti tam destekleyen Star gazetesinde 7 yıl önce yazdığım bir yazıya şu cümleyi koydum: “Mensubu bulunduğum TRT, Türkçe kıyımında başı çekiyor!”. Yine bekledim ki, birisi çağırsın ve “Ne diyorsun?” desin. Demedi, demediler. Yıkıma devam ettiler. Dahası da var ama şimdi uzatamayacağım. Bunları daha geniş bir şekilde dil yazılarım içinde açacağım.

Böyle bir kurum, böyle bir idare

Derdim birilerini kötülemek değil. Bundan da hiç hazzetmem. Ancak, mesele kültürse, tarihse, milletse hiç olmazsa kimin ne yaptığı hakkında not düşülsün isterim. Yapanın yanına kalıp kalmaması da ayrı mesele. O benim işim değil.

Yalnız, on üç yıl bu kurumu yönetenlerin ortak yönlerini söylemem lazım. Bir iki isim dışında hepsi dışardan geldi. İçlerinde bırakın yayını, kültürle ilgili bir kimse bile yoktu. Onun için bilerek bilmeyerek bozucu bir ekip gibi çalıştılar. Yayıncılığı bilen, yetişmiş yüzlerce insanı dışladılar. En büyük israfın yetişmiş insan israfı olduğunu düşünmediler. İnsan yetiştirmeye de önem vermediler. Bilemediler, yapamadılar.

Zaten içerde pek iş yaptırmadılar. İkili röportajları, üç cümlelik metinlerin grafikle verildiği sıradan işleri bile dışarıya verdiler. Yayının yüzde seksen beşini dış yapımlar doldurdu. İçerde iki defa teşvik kanunuyla emekli olanların yerini hemen fazlasıyla doldurdular ama aldıkları binler hemen hemen hiçbir işe yaramadı.

Bu kurumda insanlar iş içinde yetişir. Usta-çırak usulü geçerlidir. Ustalarla görüşme ve çalışma yolu kapanınca kurum iş yapmayan, işe yaramayan insan deposu oldu. Belli ki bu bir tercihti. Biz bütün hayatımızda böyle şeyler görmedik. İş mutlaka kurumda ve kurum elemanlarıyla görülürdü.

İbrahim Şahin işin başı

Galiba İbrahim Şahin 7 yıl genel müdürlük etti. Malum cemaatin binlerce adamını kuruma doldurdu. Bu son gidenlerden sonra onlar kurumda çoğunluğa geçecekler. Operasyona bakar mısınız?

Sanırım gideceğine yakındı. Kamera grubundan emekli olacak bir grup arkadaş için tören düzenlemişler. Kameramanlar, eskilerden birkaç ismi de davet etmişler. Kıramadım, gittim. Orada Genel Müdür İbrahim Şahin Bey tam 45 dakika konuştu. Alet edevatı yenilemekten bahsetti. Hep onlardan bahsetti. “En yenileri bizde var.” dedi. “Her tarafı yeniledik.” dedi. Bir cümlecik olsun ‘insan’dan bahsetmedi. Şunu yaptık, şöyle planladık, şu evsafta insanı hedefliyoruz demedi. Yanımdaki arkadaşıma, “Bu zat 7 yılda yayın ne demek anlamamış. Buna ne anlatılabilir ki?” dedim.

Aleti insan kullanır. Alet insanla anlam kazanır. Alet muhteva sunmaz. Alet yardım eder. Bunları nasıl anlatacaktık? Sustuk.  Yalnız bir kameraman arkadaş konuştu. Genel Müdür, “Dramaları dışarı çekiyor. Bizde o evsafta görüntü ustası yok...” demeye gelen bir söz edince dayanamadı. Her şeyi göze alarak, “Sayın Genel Müdürüm, bu gördüğünüz kişiler ülkenin en iyi yetişmiş kameramanlarıdır. Üstesinden gelemeyecekleri iş yoktur. Yeter ki siz proje koyun!” dedi. Ya evet, ya hayır demedi. “Bana öyle dediler... Öyle mi? Bu doğru mu?” da demedi. Sonra bunu anladığını gösteren bir icraatı da olmadı.

Son Genel Müdür İbrahim Eren

Yeni Genel Müdür’ün babasını tanırım. IRCICA Kültür belgeselleri dolayısıyla çok gittiğim bir yerdi. Halit Eren, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yardımcısıydı. Makul bir adamdı. Sonra Ekmeleddin Bey’in yerine geçti. Oğlu İbrahim Eren genç bir insan. Geçen doktorlukta karşılaştık, sakal da bırakmış. Ona demişler ki, “İki bin insan gidecek. Yayın aksamaz mı?” Cevabını hareketle vermiş. Telefonunu göstermiş.  “Her şey bir telefonun ucunda” demek istemiş.  Bu tavrı gösteren adam bir simsar olabilir, kabzımal olabilir, herhangi bir tedarik işinde olabilir. TRT Genel Müdürlüğü öyle bir yer midir? Bir an öyle olduğunu farz edelim: Bu zat ve etrafındakilerin neyi seçeceklerini, nasıl seçeceklerini yapıp ettiklerine ve davranışlarına bakarak bir düşünün! Her adım evlere şenlik!

Genel durum şu: Bir merkezden gelen talimatları uyguladıkları anlaşılıyor. Devlet böyle alışılmadık şekilde merkezileşti. Kurumlar ve kurallar revize edildi. Artık TRT’nin veya başka kurum veya kuruluşun işi gelen talimatları uygulamak. Böyle bir yapılanmaya gidildiği açık. Ancak, bu durumun bile belli bir seviye gerektireceği de açık. Yanlış yanlış üstüne…

Allah encâmımızı hayr’etsin!

Böyle sızlanma tonundan konuşmakla yetinmek olmaz. Biz aktif bir sabırla üzerimize düşeni yapacağız, söyleyeceğiz, bildireceğiz, duyuracağız. Yılgınlık, küsüp çekilmek olmaz. Ümidsizlik hiç bize göre değil!  Çalışacağız! Çalışacağız! Çalışacağız!

Eskilerin bolca yazdırdıkları bir levhayı çok severim. Sıradağlardan kopup gelen kar suyu gibidir. Sen yapabileceğini yap, sonuç mutlaka iyi olacaktır. Gayretin sonu oraya çıkar.  Neyzen’in geçer redifli şiiri de bu duygu ve inanışı söyler. O halde yine o güzelim söz gönlümden dökülsün:  “Bu da geçer yâhû!”

*Dil yazılarıma sadece bir kere ara vermiş oldum. Aziz okuyucularımın bu önemli gündem yazısından dolayı beni mazur göreceklerini umuyorum.