Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Türkçe büyük bir dildir. Buna şüphe yok. Uzun tarih asırları bunun şahididir.
Binlerce yıldır tarih sahnesindeyiz. Dünya yüzünde hayatiyetini devam ettiren birkaç eski milletten biriyiz. Onlar içinde en eski ve köklülerdeniz. Mesela, biz varken Batılı devletlerin milletleri yoktu. Eski dünyanın merkezi Asya’ydı ve bugün adını unuttuğumuz başka milletler hüküm sürüyordu. Onlardan bugüne Çin ve biz kaldık. Bir de Hind kıtasının milletleşmemiş kabileleri. Tarihin karına, boranına, fırtınasına, kasırgasına, bin bir türlü çalkantısına karşı ayakta kalmayı başardık. Bunun sadece iyi dövüşmekle, savaşma gücüyle olabileceğini kim söyleyebilir?
Eğer, Türk’ün kendini yenileme, çağını anlama ve ona göre teşkilatlanma kabiliyeti olmasaydı biz de kaybolanlardan olurduk. Medeniyeti anlama, benimseme ve medeniyet kurma azmi ve kararlılığı olmasa, bunu harekete geçirecek inanç ve gayret her durumda kendini yenilemese, yine kaybolurduk. Mucizeli yaratılış buradadır. Dövüşken Türk, hayatı her yönüyle idare edecek yaratıcılığıyla muhteşemdir. Etrafına bakar, alacağını alır ve kendine benzetir. Yaratıcılığı özgündür. Bunun en açık görüldüğü yer dildeki tavrıdır.
Türk yaratıcılığı
Yarattığımız kültürün yüksekliği buna şahittir. Şiirimiz, mimarimiz başta olmak üzere birçok sanatta yakaladığımız seviye yine Türk’ün inceliğine şahittir. Kurduğumuz şehirler ve onlarda gösterdiğimiz incelik buna şahittir. Ordular sevk etmede gösterdiğimiz büyün düzen, bin bir ihtiyacı giderecek sistem buna şahittir. Devlet kurmada ve idarede gösterdiğimiz yapıcı-kuruculuk ve pek çok konuda bilinen teşkilatçılık buna şahittir.
Bunları nasıl yapabildiğimizin sebebi aransa, varılacak nokta bellidir. Bizi biz yapan unsurların lokomotifi dildir. Türkçe ile yapmışızdır. Zaman zaman başka dilleri kullanmamız bunu değiştirmez. Dilimiz her zaman vardır, o dille yaşarız. Halkın dili Türkçedir, devletlerimizin kısa uzun vadelerle bürokraside Farsça ve yer yer Arapçayı kullanmaları geçici durumlardır. Türk pratikliğinin hazır bulduğunu alma, kendine benzeterek değerlendirme ve hayatına katma becerisiyle ilgilidir. Meseleyi bir dil yetersizliği gibi algılamak doğruyu vermez.
Farsça ve Arapçayla güreştik de…
Dilimiz, Farsçayı bürokraside kullandığımız Selçuklu asırlarında da gelişiyor, güzelleşiyordu. Üzerinde durulacak bir meseledir. Bunu nasıl başarabildiğimiz de mucizeli bir iştir. Örnek isterseniz çoktur. Yûnus’u çıkaran bir dönemdir dersem, başka bir örneğe gerek bırakmayacak kadar kuvvetli bir delil söylemiş olurum. Sekiz asırdır zirvede duran o yaratış, Türkçe’nin Yesevî çizgisinden itibaren kazandığı seviyeyi göstermesi bakımından değerlendirilmelidir. Orada biz varız. Bütün bir fikir, duyuş, söyleyiş dünyamızla biz. Tekrar edeyim: O tarihlerde henüz Avrupa’da bugünkü diller ve milletler oluşmamıştı. Latince ve Grekçe gibi iki klasik dilden başka düşünce ve sanata elverişli dil çıkmamıştı. Bir Yûnus çıkarmaları zaten tasavvur edilemezdi. Bir tarafıyla bugün bile öyledir.
Orada durmadık. Osmanlı asırlarında Farsça ve Arapçanın imkânlarını da değerlendirerek, bilerek dilimizi geliştirdik. Edebiyatımız, bu iki dili, özellikle Farsçayı örnek almıştı. Farsçanın büyük bir edebiyatı, yani şiiri vardı. Bir gerçeği söylemenin yeridir: Bilenlerce, dünyanın birinci şiir dili hala Farsça kabul edilir. Edebiyat, o devir ve uzun asırlar boyunca tamamıyla şiir demekti. Biz o dille ve o dilin edebiyatıyla rekabete giriştik. Büyük imtihandı, onu da geçtik. On beşinci asrın sonundan itibaren Fars edebiyatı karşısında öğrenciliğimizin bitmesi bir yana, rekabette kendimizi onlardan yer yer önde gördüğümüz yıllar başlamıştı.
Şairlerimiz, hep bu rekabete dokunurlar. Üstünlüklerini de onlara kıyas ederek söylerler. Belli başlı isimler zikredilir. Hayyam’dan Selman’a kadar onlarca büyük isim, klasik edebiyatımızın değişmez misafirleridir. Onlara benzemek, onlar gibi söylemek esastır. Onunla övünülür. Bir başka husus hep devrededir, onları geçmek iddiası ve zevki bütün şairlerimiz için bir ideal gibidir. Ali Şir Nevâî ve Fuzûlî gibi Türk dilinin büyük milliyetçileri için bu rekabet bir meydan savaşıdır. Daha önce bunlardan bahsettim.
Ve dilde ulaştığımız üstünlük
Şairlerimiz için Acem örnekleri ölçü verir. Kabul edelim ki abartılı bir bağlanış ve örnek alıştır. Hırsa benzer bir gayretle onlara benzemek ve geçmek, hemen her şairimizde görülür. Aşırılıklar bazen can yakar. Şikâyetlerin ayyuka çıktığı olur. 2. Beyazıd dönemi şairlerinden Priştineli Mesîhî feryad eder:
Mesîhî gökden insen sana yer yok / Yürü var gel Arab’dan yâ Acem’den.
Buna benzer çıkışlar, sitemler, serzenişler daha sonraki yüzyıllarda da devam eder. Fakat yarışma bitmez. Adı Îsâ olduğu için Mesîhî mahlasıyla anılan şairimiz gibi pek çok Türk şairi, 20. yüzyıla kadar Türklerin idare ettiği Acem diyarıyla söz tokuşturur. Bakılırsa, daha 15. yüzyılda, Türkçe’nin zaferini ilan eden şairler çıkar. Övünür gibi Fars şairlerini ananların yerini, üstünlük duygusuyla yazanlar almaya başlar. 16. asırda bile böyledir. Nev’î, meydan okur gibi şöyle seslenir:
Benim nev-güfteyi ezberlesün şimden geru âlem /O da yansın Acem şâ’irlerinin köhne dîvânı
Onların şivesi, üslubu eskimiştir, benim yeni söyleyişlerim karşısında ateşe verilsin, zevk veren benimkilerdir, demek ister.
Bu yarışma güzeldir. Türkçeye güzellikler katmıştır. Meseleye böyle bakarsak anlarız. Bugünden uzak asırlara bakış ancak o dönemlerin şartlarını anlamak ve bilmekle mümkündür. Türk çocukları, dillerini tarihin her devrindeki görünüşüyle sevme anlayışını edinmelidirler. Başka türlü bakışlar, hem gerçeğe uymaz hem de kendine, geleceğe güven duygusunu zedeler. Hâlbuki Türkçe ve Türklük, dünya yüzünde emsâli bulunmaz güzelliklerle vardır. Öyle yaşamış ve öyle yaşatmıştır.