1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.
İletişim:apuhan@outlook.com
Kapitalizm serbest piyasayı savunurken, müdahale edilmeyen piyasaların kendi kendine dengeye geleceğini varsayar. Lakin buradaki hassas mevzu, büyük güçlerin bunu kendileri için değil de ekonomik sömürgeleri olarak gördükleri devletler için savunduklarıdır. Bazı gelişmiş ülkelerde devletlerin ekonomideki paylarını paylaşmakta yarar görüyorum:
Almanya: % 53,6
Fransa: % 53,6
İngiltere: % 41,1
İtalya: % 48,5
İspanya: % 40,5
Belçika: % 50
Hollanda: % 47,7
Avusturya: % 49
İsveç: % 58,5
ABD: % 32,2
Japonya: % 40
Türkiye: % 23,9
Bu oranlardan da anlaşılacağı üzere devletin ekonomideki varlığı piyasalara bir yük olmamaktadır. Tam tersine piyasalar ekonomide devletin varlığına gerek duymaktadırlar. Devletin ekonominin içinde olduğu bu ülkeler, gelişmiş ülkelerdir.
Aslında milletlerin sonunu getiren hastalıklı ekonomik yapının temelleri “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışının kapitalizm adı altında ulusların ekonomik sistemlerine sirayet etmesi ile başlamıştır. Bu anlayışa göre devlet; güvenlik, asayiş, altyapı yatırımları ile uğraşmalı, ekonomiye ve ticarete kesinlikle müdahale etmemelidir. Oysaki devlete bu rol biçildiğinde kamu harcamalarının hacminin artacağı, harcamaları finanse edebilmek için hükümetlerin, yüksek faizlerle iç ve dış borç alma yoluna gidecekleri son derece açıktır. Bunun sonucu yüksek faizleri ödeyemeyen devletler, vergi adı altında bu borçların yükünü millete yükleyecekler, milletin parası devleti borçlandıran sermaye gruplarının cebine girecektir.
Devletin ekonomiden elini çekmesi gerektiği fikri, milletlerin sonunu hazırlayacak liberal bir yalandan başka bir şey değildir ve devletler hayatta kalmak, ayakta durmak ve milletlerine hizmet etmeye devam etmek istiyorlarsa ekonominin içerisinde yer almaya devam edeceklerdir.
Bugün yaşadığımız zor dünya şartları altında devletin ekonomiden elini çekmesi demek, milletini küresel faiz çetesine karşı savunmasız bırakması demektir. “Devletin ekonomide ne işi var?” denilerek özelleştirilen kurumlarımızın birçoğu yine yabancı devletlerin kontrollerindeki sermayenin eline geçmiş, en stratejik kurumlarımız tarihi yanlışlıklar silsilesi ile yabancıların güdümüne sokulmuştur.
Evet, devlet ekonominin tam kalbinde olmalı ve milleti bir takım tekellerin insafıyla baş başa bırakmamalı, elindeki tüm imkânları maksimum seviyede seferber ederek ekonomik sistemi millet ve kendi lehine oluşturmak için çalışmalıdır. Devletin zafiyete uğradığı piyasalar, milli çıkarların ezildiği piyasalardır.
Merkez Bankası eski başkanlarından Yaman Törüner şöyle demektedir: “Merkez bankacılığı, ateş ve tekerlekle beraber dünyada yapılan en büyük üç icattan biridir. Merkez bankaları sayesinde, devletler para basar ve bastıkları para kadar ‘Senyoraj’ geliri elde ederler. Yani bastıkları para kadar halktan vergi toplamış olurlar. Bu açıdan bakıldığında, Merkez bankaları devletlerin bir parçasıdır ve prensip olarak devletten bağımsız olamazlar.”
Merkez Bankası eski başkanı Süreyya Serdengeçti’nin açıklamaları da dikkat çekicidir: “Bu ülkede emisyonun milli gelire oranı düşüktür. Merkez Bankası evvelden beri basması gereken parayı basmamakta ve bunu faizleri yüksek tutmak için yapmaktadır. Rantiyeye hizmet etmeyi bırakıp çok para basılsa faizler düşecek, üretim ve yatırım artacak, üretim artınca enflasyonda düşecektir.” Sanırım basılması gereken bu parayı, devleti kendisine borçlandıran küresel tefecilerin engellediğini söylemeye gerek yok. Serdengeçti’nin söylemek istediği şudur: Devlet yıllardan beri basması gereken parayı basmamış, bu para dışarıdan yüksek faizlerle borçlanılmak suretiyle piyasada kullanılmıştır. Bu da devletin sırtına daha çok faiz yükü yüklerken, halkta vergilerin altında ezilmiştir.
Merkez Bankamızın zaman içinde uğratıldığı bu zafiyet, devletin neden ekonomi içerisinde tüm ciddiyetiyle bulunması gerektiğini de açıklar niteliktedir. Ekonomik sistemde devletin bıraktığı boşluğu, kapitalizm doldurur ve faiz yüküyle milletin geleceğine ipotek koymaktan çekinmez. Devlet, görevlerini tam anlamıyla yerine getirmeli, ekonomi politikaları liberal yalanlardan arındırılmalıdır. Bu yanlış öğretilerin en başında bana göre “Karşılıksız para basımı enflasyona sebebiyet verir.” tezi yer almaktadır. Basılan paranın enflasyonu arttıracağını savunan fikir, o para yerine faizle alınan borcun veya turistlerin yaptıkları harcamaların piyasada dolaşmaya başladıklarında neden enflasyonu arttırmadığını da açıklamak durumundadır.
M. Friedman ise şöyle der: “Benim şu anki tercihim, parasal otoritenin para stokunu belirlenen bir oranda arttırmasına izin veren bir yasal düzenlemenin yapılmasından yanadır. Para stokunun yıllık artış oranı yüzde 3 ile yüzde 5 arasında bir oran olabilir. Önemle belirtmeyelim ki bu önerim paranın yönetiminde her zaman ve sonsuza dek geçerli olacak bir kural olarak görülmemelidir. Bizim şu an para konusundaki bilgilerimize göre en uygun olan kuralın bu olduğunu düşünüyorum. Para konusunda daha fazla bilgi sahibi olduğumuzda daha iyi kuralları da bulmamız mümkün olacaktır.”