1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.
İletişim:apuhan@outlook.com
2 Mart 2017 tarihinde Yeniçağ gazetesi için yaptığımız değerlendirmede şunları yazmıştık:
Referandum tarihinin yaklaşması ile beraber, her genel ve yerel seçimde duymaya alıştığımız “İstikrar için” çıkışlarını yine duymaya başladık. Türkiye’nin her anlamda bir istikrara ihtiyaç duyduğu gerçek olmakla birlikte, söz konusu sistem değişikliğinin bu istikrarı ne derece sağlayabileceği muhakkak sorgulanmalıdır. Para çoğalmak ister ancak bunun için güven duyduğu bir zemine ihtiyacı vardır. Eğer bu güveni sağlayamazsanız, ihtiyaç duyduğunuz yatırımlar sistemden kaçarlar ve sizin değil; size ihtiyaç duyan yatırımların merkezi olursunuz. Yani; istihdam yaratacak, ekonominize katkı sağlayacak yatırımların değil, hukuk dışına çıkmak isteyen sermayenin tercihi durumuna gelirsiniz.
Normal şartlar altında maden ve petrol zengini olan birçok Afrika ve Güney Amerika ülkesinin halklarının açlık sınırında yaşamalarının sebebi de mevcut tek adam rejimleridir. Ülkemizde gerçekleştirilmesi düşünülen sistem değişikliği her ne kadar silahlı kuvvetlere değil; sandığa dayansa da seçilecek cumhurbaşkanına gerek sınırsız ve denetimsiz yetkiler sağlaması gerekse Batı’da yürütülen “Dikta ile yönetilen ülke” algısı göz önünde bulundurulduğunda, referandumdan “Evet” çıkması sonucu yatırımların Türkiye’den kaçacağı aşikârdır.
Türkiye, kalkınmak istiyorsa güven veren bir hukuk ve ortalama standartların üzerinde bir eğitim sistemini hayata geçirebilmelidir.
En yoksul insanının, o ülkenin en güçlü kurumlarına karşı hakkını hukuk aracılığı ile arayamadığı bir ülkenin kalkınma ihtimali sıfırdır. Amerika’nın gücünü, Devlet Başkanı’nın usulsüz bir emrine karşı kimseden korkmadan ayaklanabilen ve o emri iptal edebilen hukuk adamlarından başka bir yerde aramak nafile zaman kaybı olacaktır. Kalkınmış bir ülke olmak tam olarak budur ve söz konusu anayasa değişikliği, yatırımlara güven veren değişiklikleri barındırmak bir yana Türkiye’ye duyulan güveni de sarsacak maddeler içermektedir.
Şahısların değil; kuralların öne çıktığı ülkeler, dünyanın gidişatına yön vermekte, tek adam rejimlerinin kaderlerini demokrasiler çizmektedir. Defalarca belirttiğimiz gibi, bu değişiklik ne Türkiye’ye ne de Sayın Cumhurbaşkanı’nın şahsına katkı sağlayacak unsurlardan çok uzaktadır ve ne Türkiye; Irak ve Suriye gibi algılanmayı ne de yüzde 52 oy alarak göreve gelmiş bir Cumhurbaşkanı Saddam ve Esad gibi görülmeyi hak etmemektedir. Kaldı ki Türkiye’nin gittikçe hassaslaşan jeopolitik çevresi bunu asla taşıyamayacak durumdadır.
Sonuç olarak; Söz konusu değişiklik gerçekleşirse yürürlüğe girmesi 2 sene sonra olacak ama yatırımcı Türkiye’yi terk etmek için 2 ay bile beklemeyecektir.
***
Maalesef o günkü düşüncelerimizde önemli ölçüde haklı çıktık ve Türkiye, Atlantik sisteminin de etkisiyle ağır bir türbülansa girdi. Bugün neler yapmamız gerektiğini konuşuyor, tedbir önerilerini sıralıyoruz. Tam da burada meselenin özüne değinmeliyiz:
Söz konusu “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” Türkiye’nin işini kolaylaştırmamış, zorlaştırmıştır. Daha da önemlisi Türkiye’nin elini güçlendireceği iddia edilen bu sistem Türkiye’nin elini zayıflatmıştır.
Birbiri ardına açıklanan basit programlarla, hala girdiğimiz türbülansın şiddetini ölçemeyen yöneticilerle bu başkanlık duvarını aşmamızın imkanı yoktur.
Ekonomik büyüme ve kalkınma güçlü kurumların, güçlü kanunların ve güçlü stratejilerin üzerinde yükselebilir. Güçlü liderlerin yönettikleri ülkeleri incelediğinizde, bu ülkelerin güçlü kurumlarca yönetilen ülkelerin elinde oyuncak haline geldiğini görürsünüz.
Söz buraya geldiğinde karşı bir argüman olarak öne sürülen Çin ile ilgili söylenebilecek şey ise Çin’in milli politikalarla ekonomik büyüme sağlayabildiği; ancak bugün hala güçlü kurumlara sahip AB-D ile ciddi bir rekabete girecek seviyede bulunmadığının da bir gerçek olduğudur.
Türkiye’nin sıradan bir ülke olmadığını ve iktisadi açıdan güçlü olmamasının bu coğrafyada varlığının önünde en büyük tehdit olduğunun bilincinde bir zihniyetle, güçlü kurumlar ve güçlü kanunları hayata geçirmeliyiz.
İlk dış borcumuzu 1854 yılında almış ve 1881 yılında Düyun-u Umumiye ile tanışmıştık. Sürekli aldığımız ancak ödeyemediğimiz borçların bizi nasıl esir ettiğini yakın tarihimizde görebiliyoruz. Bunun yanı sıra Atatürk’ün uyguladığı iktisadi politikalarla nasıl toparlandığımız ve her açıdan gelişme gösterdiğimiz de aynı yakın tarihin sayfalarında duruyor.
Öncelikle bu sayfaları bir kez daha okumalı ve başımıza gelenlerin ışığında, başımıza gelecekleri idrak edebilmeliyiz. Bu idrak seviyesinde içine düştüğümüz çukurdan yükselebilir ve ilerleme kaydedebiliriz.
Şunu bilmeliyiz ki: Yoksulluğun kölesi olan toplumların içinden, dünyayı değiştirebilecek nitelikte insanlar çıkmaz. Medeniyet, ancak iktisadi bağımsızlıkla birlikte yükselebilir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise şöyle der: “Ekonomi her şeydir; milletlerin, devletlerin yükseliş ve çöküş nedenleri iyice araştırılacak olursa, bunun en başta ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Asrımız ekonomi (iktisat) asrıdır. Bu çağda ekonomiye gereken önemi mutlaka vermeliyiz. Kalkınmamızın, ilerlememizin temel şartı iktisadi hayatı canlandırmaktır.”