Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Dillerin birbirleri üzerindeki tesirleri temaslarına göre derece derece değişir. Batı dilleri arasındaki alışverişler çok yönlü temastan dolayı derindir. Gerçi onlar birkaç ana dilden doğmuşlardır. Aynı dil ağacının dallarıdırlar. Kuralları da birbirine yakındır. Hatta İspanyolca ve Portekizce’de olduğu gibi bazılarında her bakımdan yakınlık vardır. Latin dilleri dediğimiz diğer diller İtalyanca ve Fransızca da bunlara yakındır. Buna rağmen gramerleri ayrıdır. Kelimeleri, özellikle terimleri ortaktır. Birçok kelime ortaktır ve tabii değişik sesle söylerler. Fark, yapı değişmeleri ve bazı kurallardan ziyade buradadır. Millî sesleri oluşmuştur.
Medeniyet değişmeleri sonucunda yaşanan dil değişmeleri ve tesirler de derindir. Bizde daha önce söylediğimiz İslam dairesine giriş böyledir. Köklü değişmeler yaşadık. Batı medeniyet dairesine yöneliş de böyledir. Hem Batı’dan kelime ve terim aldık hem de Arapça ve Farsça’nın tesirlerini ayıklamak istedik. Doğu dillerinin tesirleri bütünüyle kaybolmadı ama azaldı. Uzun asırlar sonra böyle bir sadeleşme dönemine girildi. ‘Sadeleşme’ diyorum çünkü bütünüyle temizlemek hem mümkün hem de doğru değildir. Hep söyledik, diller başka dillerden kelime alırlar, bu çok normal ve gereklidir. Kural almak problemdir. Bizim üzerinde durduğumuz da budur. Başka dillerden kural almak ve aldığı kelimeye sesini verememek ciddî bir meseledir. Bu iki husus dil konuşurken belirleyicidir.
Dünya dilleri kelime alırken bazen kural da alırlar. Bu kuralları kendi kuralları içinde eritebilmek önemlidir. Alınanların dilin yapısını bozucu etki yaratmamasına dikkat edilir. Zaman içinde o kurallar girdiği dil içinde yumuşar ve yadırganmaz olur. Bizde önceki yazılarımda bahsettiğim Arapça Farsça tamlamaların bir kısmı böyledir. Resmigeçit (resm-i geçit) demeyi yadırgamayız. Çoğumuz bunun geçit töreni demek olduğunu düşünmeden ne olduğunu bilir. Başka örnekler de var. Mesela arzuhal (arz-ı hal) kelimesinde olduğu gibi o tamlamayı birleşik kelime halinde bir anlamda kullanmaya başlamışızdır. Bu, dilin kendi içinde yaptığı kendine benzetme işlerindendir.
Doğu dillerinin Türkçe’ye tesiri çok yönlü bir meseledir. Bu tesirlerin bize çok şey kazandırdığını bilmek lazımdır. Dilimizin gücü bu tesirleri kendine benzetmiştir. Bu dil kudreti önemlidir. Zarar verdiğini düşündüğümüz hususları da zaman içinde bertaraf edebildik. 1932 İnkılâbı’ndan önce de bunu büyük ölçüde yapmıştık. Sonra da bu kurallardan arınma devam etti. Dil İnkılâbı’nın en olumlu tarafı şüphesiz buydu.
Batı dillerinden çok söz aldık
Batı dillerinin tesirlerinden arınma konusunda bu kadar istekli görünmediğimiz yıllar yaşadık. Yüz yıl önce Türkçe’nin gücü bu tesirleri bir sınırda tutabilmişti. Zevkle tekrar ediyorum: O zaman Türkçe çok kuvvetli bir dildi. Okumuşlar çok iyi Türkçe öğreniyorlardı. Okumayanlar da şifâhî kültürün gücüyle o yüksek kültüre dâhil oluyor ve dolayısıyle Türkçe hassasiyeti ediniyorlardı. Müthiş bir dönemdir. Himmet edenler olsa da o devrin sosyo-kültürel bir değerlendirmesini okusak. Başka yönlerden de bakılsa. Nasıl oldu da o kadar kuvvetli bir dil doğdu? Nasıl öğrendiler, nasıl öğretebildiler? Nasıl bir sistem içinde bunu devam ettirebildiler? Tekrar tekrar soracağımız ve cevabını arayacağımız sorular bunlardır.
Batı dünyasına döndüğümüz sırada dilimiz çok sağlamdı. İmparatorluk diliydi. İmparatorluk dilleri arasında da en kudretlilerdendi. Batı dünyasına en çok işlenmiş ve incelmiş bir dil aracılığıyla girdik. Yeni dünyaya Fransızların ve Fransızca’nın penceresinden baktık. Aldıklarımızı onlar eliyle aldık. Bizim için öğrenme dönemiydi. Devlet öğreniyor ve bu öğrenmeyi teşvik ediyordu. Tanzimat ve devamında şuurlu bir alışveriş yerleşti. Tabiidir ki dilde de bu şuur geçerliydi. Kavramları sadece tercüme etmeden, kendi dilimizde yaratmamız o dönemdedir. Türkçe’ye batı dillerinden çok kelime de girdi. Bunları da kendi sesimizle aldık. Kavramlar da girdi. Hepsini Türkçeleştiremedik.
Yeni bilim ve entelektüel argoları
1930’lara kadar böyle devam ettik. Sadeleşmede bir başka anlayışa geçtik. Bu ölçülü gidişi bir ölçüde o aşırılık bozdu. Türkçeleştirdiklerimizi de Arapçadır diye attık. Yeni bulduklarımızı da dile tam yerleştiremeyince batı dillerindeki asıllarına döndük. Süreç maalesef böyle işledi. ‘Süreç’ dedim, bakın süreç kelimesi bile o âkıbete uğramaya yakın. Vetire denirdi, onun yerine süreç dedik. Fransızcası proses de bir süre sık kullanıldı. Vetire unutuldu. Süreç mi, vetire mi, süre mi karar veremedik. Henüz kelime ve mana oturmadı. Bundan dolayı imalat sanayii başta olma üzere proses kullanılmaya başlandı. Tıp terimlerinde öyle oldu. Felsefe ve diğer sosyal ilimlerin kavramlarında böyle oldu. Yüzlerce örnek verilebilir.
Bugün felsefe, psikoloji, eğitim bilimleri, bilgisayar terimleri evlere şenlik. Yeni bir ‘dil jargonu’, yeni bir argo oluştu. Osmanlıca diye ad uydurduğumuz eski ağdalı dil bunların yanında çok sade kaldı. Bunu ayrıca yazmalıyım.
50-60 yıl öncesine kadar aydınlarımız Türkçe’de kolayca ifade edebileceğimiz tabirleri bile Fransızcasıyla kullanmayı tercih etmişlerdi. Yakın zamana kadar yaşayan o devrin devamı okumuşlarımız rahatlıkla Fransızca kelimeler serpiştirerek konuşurlardı. Askerî tesir demezler enflüans mliter derlerdi. Sıradan sözler de Fransızcasıyla söylenebilirdi. Kelepir demez okazyon derlerdi. Bu kadarı züppelik diyenler de onlar arasından çıkardı. Böyle bir dikkat de hep vardı ve kuvvetliydi. Bu dikkattin neticesinde o kelimeler dilimizden epeyce temizlenmişti.
Güven duygusu zayıflayınca…
Gramer tabirlerine kadar genişleyen batı dilleri hâkimiyeti yeni zamanların işidir. Biz ilk mektep sıralarında ismin hallerini e hali, i hali, de hali, den hali diye öğrendik. Şimdi dilcilerimiz datif, akküzatif, lokatif, ablatif demeyi tercih eder oldular. Buraya gelinceye kadar pek çok değişme oldu. Farklı kavramları tercih edenler var. Bu bir zenginlik veya kolay anlatmadan çok bir kafa karışıklığı ve anarşi gibi yaşanıyor. Sadeleşme diye başlayan ve sonra tasfiyeye dönen aşırılık bizim kendimize güvenimizi zedeledi. Dilimizi fakirleştirdi. Düşünceyi boğdu. Daha önemlisi dil sevgimizi aşındırdı.
Bu yüzyıllık macera da anlaşılıp yazılmadı. Yazılsa ve bütün bütüne çare aranarak üzerinde durulsa bu savrukluğa mahkûm olmayabilirdik. Dilci dostlarımız bunu bir problem gibi görseler de hal çaresini henüz bulmuş değiller. Savrulma ve ayrışmanın devam etmesini teşvik eden gelişmeler de var. Ben buna şunu diyorum, bunu kabul etmiyorum, bunu beğenmiyorum diyen ve dediğini müthiş bir buluş gibi yaymak isteyenler var. Çokları ayrı kavramlarla konuşmayı tercih ediyor. Haliyle birlik oluşmuyor. Manalar kayıyor ve anlama-anlaşma sağlanamıyor. Halimiz doğruyu arayıştan çok bir çelik çomak rekabetini andırıyor.
Kafalarımız bu yüzden bir türlü birleşmedi. Aynı kavramlarla düşünmüyoruz. Daha fenasını da söyledik: Kavramlar bir türlü oturmuyor ve durmadan değiştiriyoruz. Kavramlarla düşünülür ve düşünce kavramlarla taşınır. Bu anarşi yüzünden ne tam düşünebiliyoruz ne de düşünceyi aktarabiliyoruz