Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Yahya Kemal’e Hürmet” isimli bir makalesinde Yahya Kemal’den bahsederken şunları söyler: “Yahya Kemal edebiyatımızın pek az yetiştirdiği büyük üstatlardan, mürşitlerdendir. Onun sohbetini dinlemeyenler, yaşadığımız devrin en mucizeli lezzetlerinden birini tanımamıştır.” Tanpınar, Prof. Dr. A. Süheyl Ünver gibi kendisinin deyimiyle: “1915’ten beri devam eden ve her sene artan bir şevk ile devam ettiğim her güzel ve faydalı bilgiyi gerek işiteyim, gerek okuyayım kaydetmek mutadımdır.” diyen birisinin Yahya Kemal’in sohbetlerine katıldığını bilseydi yukarıdaki sözünü söylemeyi düşünmezdi herhalde. Yahya Kemal’in onlarca kez sohbetlerine katılıp notlar alan akademisyen ve kültür erbabı Süheyl Ünver, notları kitaplaştırmıştı. Haftanın kitabı olarak rahmetli Süheyl Ünver’in “Yahya Kemal’in Dünyası”[1] isimli kitabını anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle ilk paragrafta anlatıldığı gibi Yahya Kemal’in sohbetine katılma olanağı kronolojik olarak mümkün olmayan ya da o dönemde kendisinin yakınında bulunamadığından sohbetlerine katılamamış kişiler için bu kitap çok değerlidir. Ünver, bu notları niçin tuttuğu ile ilgili düşüncelerini açıkladığı önsözde şunları söyler: “…İnsanların ömrü, soylu insanlara gıpta ile geçmeli, soysuzların hasedi ile geçmemeli ve iyi işlerden geri kalmamalıdır. …İşte, Yahya Kemal unutulmuyor ve unutulmayacaktır. Onun geriye bıraktığı bir çuval tohumdur. Yalnız iyi bir mahsul verebilmesi için almasını bilmeli. Onun bir zerresini dahi kaybetmemeli ve onun sohbetine nail olanlardan en güzel taraflarını toplamalıdır.”
Yahya Kemal, sanattan şiire; edebiyattan tarihe; medeniyetten dine; Üsküp’ten, İstanbul’a kadar farklı konularda sohbet etmiştir. Bu sohbetleri kendi düşünce, tespit ve değerlendirmelerini çeşitli anekdot ve vecizelerle de süslemeye çalışır. Ünver farklı tarihlerde dinlediği sohbetleri farklı konu başlıklarına göre tasnif etmiştir. Bu notları çabuk aldığı için anlattığı olayların bir kısmının baş taraflarını yakalayamamıştır. Her ne kadar konu başlıkları farklı olsa da yer yer tekrarlar karşımıza çıkar. Sohbetler belli bir konu belirlenip, konuşulmadığından olsa gerek konu, olay ve zaman iç içe geçmiştir. Dolayısıyla bir roman gibi akıcı değildir diye düşünüyorum.
Yahya Kemal, mezhebimizin Şii olması durumunda Türk olarak kalamayacağımızı ve kesinlikle Acem olacağımızı, buna örnek olarak da Şii olan Azerilerin Acemleştiğini belirtir. Otlukbeli ve Çaldıran Savaşı’nı “ben Acem olmam” muharebesi olarak değerlendirir.
Yahya Kemal’in İstanbul’a hayranlığını birçoğumuz biliriz. Sohbetlerde ‘İstanbul’ konusu 24 sayfa yer tutar. İstanbul’un şehir olarak kuruluşundan onun Türklerin eline geçmesine kadar İstanbul’la ilgili epeyce bilgi verir. İstanbul’un fethedilmesiyle ilgili şu ince ayrıntıları bile aktarır: “İstanbul’u fetheden, 1444’te Varna’da ve 1447’de II. Kosova’da muzaffer olan askerdir. Bunlar arasında 70–80 yaşlarında Timurlenk vak’ası’nı Çubukova’da ve hatta I. Kosova Muharebesi’ni görenler vardı. İstanbul’u fetheden asıl yeniçeridir. Beşince askeri kapıda büyük gedikten girenlerdir.” İstanbul ile İstanbul’un rakibi olan şehirleri kıyaslarken, Profesör Gabriel: “Sizdeki eserlerin yüzde beşi İran’da yok.” dediğini belirtir. Yahya Kemal, İstanbul’u Türklüğümüzün olmazsa olmazı olarak görür ve “İstanbul olmazsa Türk olamayız.” der. İstanbul’un tarihi dokusunun mahvedilmesine dayanamaz. İstanbul’u imar etmeden önce İstanbul’un Türk halkını imar edilmesi gerektiğini söyler.
Yahya Kemal, Osmanlı’nın fethettiği bazı yerleri asırlarca kalmasına rağmen kucaklayamadığından bahseder. Bunun sebebinin de kendisince iklimin bünyemize uygun olmaması olarak yorumlar. Bu konuyla ilgili bir hatırasını anlatır. İspanya’da diplomatlık yaptığı yıllarda Arapların İspanya’nın fethiyle ilgili bir İspanyol tarihçisine şu soruyu yöneltir: “Yalnız (Arapları kastederek) Endülüs’te kaldılar da yukarıdaki Melik- ül Adil yerinde kalmadılar, nedendir?” dedim. Tuhaf bir cevap vererek: “Araplar hurmanın yetiştiği yere kadar gittiler.” dedi.” Bizim ve emperyalist ülkelerin fethettikleri yerlere bakışını şöyle açıklar: “Biz de bizim mahsullerin olduğu yere kadar gitmişiz, ondan ötesine gidememişiz. Harran çok mümbit fakat Türk köylüsü dayanamıyor. Bütün bir sene oturamıyor. Harran bir zamanlar bütün Bizans’ı beslermiş, o kadar mümbit. İklim çok mühim mesele... Biz kuzeydeniz. Hem aslen Türk olanlar hem de sonradan Türk olanlar, mutedil iklimlerde oturmuşlar. Fakat Ekvator’a doğru gidemiyorlar. İngilizler mütegallip (istilacı) olarak gidiyor. Topu, tüfeği var. Kendi ayrı yaşıyor.” (s.73).
Biz Türklerin özden ziyade kabuk ile uğraştığımızdan yakınır. Bu konuyla ilgili çok güzel bir anekdot anlatır. “Cumhuriyet’in yeni kurulduğu günlerde Trablusşam’da bir kadayıfçı Vala Nureddin’e sormuş:
—Türkler dini kaldırdılar mı?
—Yok, canım mürtecilerin lafı. Ne dini kaldırdılar ne de devletten ayırdılar.
—Ramazan’da kandiller yanıyor mu? Simit çıkıyor mu? Davullar çalıyor mu?
—‘Evet’ deyince, “O halde din yerinde duruyor.” demiş. Biz işin eşkâline bakarız. Böyle Müslümanız, manasına bakmayız.”
Türklerin İslam anlayışı ile Arap ve Acemlerin İslâm anlayışının çok farklı olduğundan bahseder. İspanya’da görev yaptığı yıllarda Tanca’da bir camiye gittiğinde, pantolon giyenlerin gâvur addedildiği için, camiye sokulmadığından söz eder.
Hürriyet kelimesinin Arapçada karşılığı olmadığını, Türkçe’ye de Namık Kemal tarafından sokulduğunu, Türkçede Namık Kemal’e kadar ‘vatan’ kavramının yalnızca “birisinin doğduğu yer” anlamında kullanıldığını, onu memlekete teşmil edenin Namık Kemal olduğunu söyler.
Y. Kemal, Türklerin milli kimliğine istenilen düzeyde sahip çıkmamasına, Batıya göbek bağıyla bağlı olmasına, Batıyı papağan gibi taklidine karşı çok dertlidir. Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel vecizesini aktarır: “Gözü dışarıda olan milletin edebiyatı olmaz.” Bu konuyla ilgili bir de darbımesel anlatır. Çok eskiden bir genç hâkim, Paris’e staja gönderilmiş. Gidince otuz gün mektup yollamamış. Sonra Fransızca bir mektup yollamış. Burada Türkçemi unuttum demiş. Aklınca babasını hayran edecek. Babası da zarif adam. Cevabında: “Oğlum sana otuz senede öğrettiğim Türkçeyi otuz günde unutursan, geldiğinde, öğrendiğin Fransızcayı kaç günde unutacaksın? ” demiş (s.89).
Yahya Kemal, körü körüne bir tarih sevgisi olmadığını sohbetinin birçok yerinde belirtir. Konuyla ilgili şu meşhur şiirini Ziya Gökalp’e söyler: “Ne harabî ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtiyim.” Türk büyüklerinden bazılarına de ilginç eleştirilerde bulunur. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Bağdat’ı fethedecek kadar meziyetli olduğunu ama bu şehirdeki Fuzulî’yi İstanbul’a getirmemesini hata olarak yorumlar (s.71). Fatih Sultan Mehmet’in Mimarbaşını dayakla öldürmesine sohbetinin birkaç yerinde vurgu yapar. Ünver Hocam, notlarında bir yanlışlık yapmamış ise Selahaddin Eyyubi hakkında şunları söyler: “Selahaddin Eyyubi bize ihanetle beraber, çok mahirane hareket etti. Müslümanları birbirine düşürerek Kudüs’ü vermedi.”
Değerlendirme
Ünver, birbirinden farklı arkadaş grubu, öğrenci ve aydınlarla birlikte 1943–1958 yılları arasında; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü, Abdullah Efendi Lokantası, Ankara Palas Oteli, Park Oteli, Cerrahpaşa Hastanesi, Topkapı Sarayı’nda, Yahya Kemal’in sohbetlerine katılır. S. Ünver, Yahya Kemal’in toplam 37 sohbetinde bulunur. Hangi tarihte, nerede ve kimlerin katılımıyla bu sohbette bulunduklarının kaydını tutar. Bahsettiğim kitap bu sohbetlerde, S. Ünver’in tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Kitap bunların dışında; Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in önsözü, “Yahya Kemal’in A. Süheyl Ünver’e yaptığı iltifatlardan bir demet”, “Yahya Kemal’in güzel vecizelerinin bir kısmı”, Ünver’in Yahya Kemal hakkında gazetelerde yayınlanan birkaç makalesi ve Yahya Kemal’in kendisinin hazırladığı iki makaleden oluşmaktadır.
[1]Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER, Yahya Kemal’in Dünyası, 152 sayfa, II. Basım, Şubat 2000, İstanbul, Şehir Yayınları.