Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Vatan kurtarılmaya her zamankinden daha muhtaç
PISA, PIAAC fakat illâ patent
Ülkemizde hâlâ, “Falanca haindir, filanca bilmem-necidir; yaşasın, kahrolsun”un dışında; Türkiye ne haldedir, Türkiye için ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularına cevap arayan çalışmalar, beyin fırtınaları yapılıyor. Az da olsa…
Millî Düşünce Merkezi’nin MİSAK’ında (Millî Strateji Araştırma Kurulu) yeni teknolojileri ve Endüstri 4.0 denilen yapay zeka-robot uygulamalarını uzmanından dinledik. Türkiye’deki Ar-Ge çalışmalarının başka ülkelerle karşılaştırılması, PISA, PIAAC, gibi parametreler masaya yatırıldı. Çok dikkate değer göstergeler sıralandı. Galiba rakamlar arasında en vahimlerinden biri de patent sayılarıydı. Güney Kore gibi bir ülkeyle karşılaştırıldığında onların yüzde birine ancak ulaşıyoruz. Üstelik bizdeki patentlerin çoğu Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı firmalara ait. Bizde araştırma-geliştirme faaliyetlerine tanınan vergi avantajları bu firmaların patentlerini burada kayda geçirmelerini teşvik ediyor.
O Güney Kore ki daha yarım asır önce kalkınmışlıkta bizim altımızdadır. Uzman konuşmacı arkadaşımız, bugün kişi başı gayrı safi millî hâsılada bizi ikiye katlayan Güney Kore’nin bizim 1923’teki stratejimize benzer yollar izlediğini söyledi.
Her zaman olduğu gibi toplantının zirve yaptığı noktalar, soru-cevap faslıydı.
Ordu, adalet ve eğitim gibi bilim, araştırma ve ileri teknoloji de çökmüş
Orduda, adalet yapısında, eğitimde ard arda yıkıcı kasırgalar patladı. Acaba bunların benzerleri bilim kuruluşlarımızda, ileri teknoloji ve stratejik sanayilerimizde de koptu mu? Maalesef cevap evet idi. Tıpkı diğer temel kurumlardaki gibi buralarda da önce FETÖ’nün icra ettiği beyin katliamları, arkadan da kaliteleri çukur seviyesindeki “bizim adamlar”ın kurumları işgali… Diğer temel direkler gibi bilim ve araştırma kurumlarıyla, stratejik endüstrilerin de içinin boşaltılması, on-yirmi yıl önceki seviyelerinin birer gölgesi hâline getirilmeleri…
Ruhumuzu mâtem kaplamıştı. Yarabbi, Balkan Harplerinden önceki acz dönemlerine ne kadar benziyordu hâlimiz! Cehalet, liyakatsizlik, çöküş…
Bir arkadaşımızın merakı bizi biraz canlandırdı. Yirmi yılını yüksek teknolojiye, bilime, araştırma ve geliştirmeye vermiş uzmana şu soruyu yöneltti: “Elinizde sihirli bir değnek olsa, Alaaddin’in lambası olsa ve üç dilek dileme imkânı bulsanız, bu dilekler ne olurdu?”
Tabi soru konuşmacıya yöneltilmişti ama MİSAK’taki herkes cevabı arama sorumluluğunu hissetti. Biz ömür boyu bu soruları sormuş ve cevap vermeye, daha da ileri giderek bulduğumuz cevapları tatbik etmeye çalışmış, bu yaptığımıza -biraz da kendimizle alay ederek- “vatan kurtarma” demiştik. Gerçek oydu ki Türkiye’deki herkesin başı ağrıyana kadar düşünmesi gereken soru buydu! Nereden başlamalı? Üç cevap hakkınız var…
Kök sebep ve uzayın boyutları
Böyle sorular aslında iki alana açılır. Birincisi kök sebep arama cehdidir. Sebeplerle sonuçları karıştırmamak, ikisini birden söylememek gerekir. Eğer sayacağınız tedbirlerden biri, bir diğerinin sebebi ise bu ikinciyi söylemeye gerek yoktur. Çünkü birinciyi başardığınızda ikinci zaten kendiliğinden gerçekleşecektir. Eğitim ve zenginlik demeğe gerek yoktur. Çünkü eğitim size zaten zenginlik getirir. Bir başka hata, sonucu sebep sanmaktır. Eğitimli bir toplumun zengin olduğunu görüp siz de zenginmiş gibi davranmağa, zenginmiş gibi tüketmeğe kalkarsınız. O yaptığınız kalkınma değil israf ve sonunda iflastır.
İkinci alan, belki ekonomide ve sosyolojide pek bulunmayan, fakat benim sevdiğim ve cebir uzaylarına ait bir kavram: Bir uzayın boyut sayısının bulunması… Bizim uzayımız üç boyutludur. Dolayısıyla bir cismin yerini belirlemem için bize üç sayı gereklidir. Bu, mesela enlem, boylam ve yükseklik olabilir. Enlem ve boylam yetmez mi? Yetmez. Bu ikisi sizin yaşadığınız apartmanı tarif edebilir ama kaçıncı katta bulunduğunuzu belirtmezseniz, arayan sizi bulamaz. Bir uçağın yerini tayin için de o andaki eylem ve boylamına ilaveten hangi yükseklikte uçtuğunu da bildirmeniz gerekir. Bizim uzayımız üç boyutludur demenin bir anlamı da şudur: Üç sayı bir cismin yerini tayin eder. İki sayı yetmez. Fakat dört sayı da gereksizdir. Üç koordinat ve sadece üç koordinat lâzımdır, ne eksik, ne fazla.
Kolay gibi duruyor ama göründüğü kadar da kolay değil aslında. Düşünün ki enlem ve boylam tamamen itibarî ölçülerdir. İngiltere’nin güçlü olduğu çağlarda başkent Londra’nın Greenwich semtindeki rasathaneden geçen meridyene sıfır demişler. Bambaşka kabuller de yapılabilirdi. Ekvator, oradan değil de mesela kutuplardan -kutuptan kutupa- geçirilebilirdi. Boylamların tepe noktaları da bugünkü ekvatorun iki ucundan… Aslında dünyanın koordinatlarını tayinde sonsuz imkânı vardır. Tek şey değişimez: Üç sayı kâfidir. Çünkü uzayımız üç boyutludur.
“Güçlü ve müreffeh toplum” uzayı kaç boyutlu?
Fizik, astronomi, matematik sosyal bilimlere kıyasla basit. Toplum bilimlerinin, ekonominin, siyasetin uzaylarının koordinatlarını belirlemek her babayiğidin harcı değil.
İşte sorulan soru bu ağırlıkta bir sorudur: Elinizde sihirli bir değnek veya Alaaddin’in lambası var. Üç şey isteme hakkınız da… Türkiye’nin sırtı yere gelmez, müreffeh bir ülke olması için isteyeceğiniz üç şey nedir. Bu soru uzayın üç boyutlu olduğunu kabul ediyor. Kök sebep analizinde de üç adet kök sebebin bulunduğunu.
Peki, fazla sıkmayın kendinizi… İsterseniz iki dilek dileyin. Çok lazımsa dört… Burada işin içine başka faktörler de giriyor. Dedik ya, işler fizik, astronomi, matematik kadar basit değil. Bu bilimlerde bulunmayan başka bir şey var… Şöyle soralım sorumuzu: Türkiye’nin güçlü ve müreffeh olmasını sağlayacak en etkili üç unsur nedir? Üç baş unsur nedir?
Hâzirunun ağzından derhal ilk unsur dökülüverdi. Bu kolay cevaptı: Eğitim! Eğitimsiz toplumun ne güçlü ne de müreffeh olamayacağı o kadar açıktı ki. Hatta eğitimsiz toplum, toplum bile olamaz. Toplumun unsurları kendi çıkarları için çalıştıklarını zanneder, bir birine nefretle bakar ve düşer, düşer, düşerler… İşte PISA’nın, PIAAC’ın, sosyal sermaye indeksimizin, güven indeksimizin alçaklığı ve durduğu dip noktadan da kötüsü, yıldan yıla düşmeğe devam etmesi bu sebeple vahimdi. Bunlar uçuruma gidişin işaretleridir. Yüz küsur yıl sonra yeni Balkan felaketlerinin ilk işaretleridir.
İkinci dileğimiz?
İkinci dileğimizi belirlememiz biraz daha uzun sürdü. Bu sefer saniyeler içinde değil, dakikalar içinde fikir birliğine vardık. Bu varışa bir arkadaşımızın okuduğu Yusuf Has Hacib’in de yardımı oldu:
Bu il tutguka köp er at sü kerek
Er at tutgukaneng tavar tü kerek
Bu neng alguka bir kerek bay budun
Budun baylıkınga törü tüz kodun
Bularda biri kalsa törti kalur
Bu törti yime kalsa beglik ulur
Reşit Rahmeti Arat’ın günümüz Türkçesine tercümesi de şöyle:
Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır.
Askeri beslemek için de çok mal (tavar) ve servete ihtiyaç vardır.
Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir.
Halkın zengin olmasın için de, doğru kanunlar (töre) konulmalıdır.
Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır
Dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar.
Evet! Alaaddin’in lambasından çıkan cinden ikinci dileğimiz hukukun tesisiydi. Tıpkı eğitim gibi, tıpkı ordu gibi içinde yıkım üstüne yıkımın, katliam üstüne katliamın yapıldığı hukuk kurumumuzun. Dünya Hukuk Projesi ölçümleri de eğitim kalitemize ait ölçümlerden pek farklı değil. Yine diplerdeyiz ve dipte bulunmakla yetinmiyor, her geçen yıl biraz daha dibe yöneliyoruz!
Hukukun tesisi, hukuk bilgisine, vicdana, ahlâka sahip hukukçuları ve yalnız bunları sistem içinde tutan ve onlara siyasî veya maddî, hiçbir endişe duyurmayan bir ortamdı.
Eğitim ve hukuk… Başka?
Eğitim dileriz, hukuk dileriz! Başka bir şey dilememize gerek var mıydı?
Bir arkadaşımız, “değerler” dedi. Bir başka arkadaşımız, “Değerler çok muğlak, millî değerler diyelim” diye ilave etti. Eğitim sahibi insanlardan, yani dünyayı görüp anlayabilme ve olup biteni doğru teşhis edebilme yeteneğine sahip insanlardan kurulu, hukuk sayesinde tehdit ve endişelerden uzak yaşayan bir toplumun millî değerleri kendiliğinden keşfedeceği, millî değerlere saygı duymanın ve milliyetçiliğin, sağlıklı toplumlarda kendiliğinden oluşacağı söylendi.
Ve yine söylendi ki, 1944’ten beri bu tabiî gidişin, tabiî milliyetçiliğin önü bizzat devletçe kesilmişti. Milliyetçilik aleyhtarlığı, “Irkçılık- Turancılık” etiketi altında topluma bir cendere gibi giydirilmişti. Toplumun tabiî şuurlanması ketlenirken, boşluk kabul etmeyen tabiat, milliyetçiliğin yerini başka ideolojilerin doldurmasına kapıyı açmıştı.
İnsanlarımız doğunun ve batının emperyalizminin aleti ideolojilerin önünde savruldu. Daha sonraları mucizeleri kendinden menkul kutsal insanların peşinde kendi devletlerini yıkmağa yöneldiler. Devlet kendini tehdit eden bu insanları yakalayıp hapse attı ama bir an durup da, “Niçin bu sapmalar hep bizim başımıza geliyor?” sorusunu sormadı. Şu veya bu ideolojinin, şu veya bu gücün hesabına harekete geçtiği için cezalandırmak zorunda kaldığımız insanlar da bizim insanlarımızdı aslında ve onların bu sürüklenmeleri de bizim kabahatimizdi. Devletin kırmızı kitabında milliyetçilik hâlâ tehditler arasında sayılır.
Bu uzay da üç boyutlu veya dört…
Belki millî değerleri ayrıca saymak gereksizdir. Millî değerlere saygı, milliyetçilik, eğitimli toplumda kendiliğinden oluşacak bir histir, eğer… Eğer yönetim ne yaptığını biliyorsa. Hangi yönetim? Devleti, iktidarı yöneten yönetim. İlk iş bu yönetime getirileceklerin eğitimi ve onların hukuka bağlılığı. Ve onların hukuka bağlanacaklarını garanti altına alacak bir eğitim, hukuk ve değerler sistemi.
Yöneticilerin önce kimi ne için ve nereye doğru yöneteceklerini bilmeleri ve bunu başaracak bilgiye ve beceriye sahip olmaları… Eğitim.
Artık çemberler içinde konuşmaya başlıyoruz. Çünkü problemin boyutları tarif edilmiştir. Kök sebepler bulunmuştur. Bu uzay da üç boyutludur: Eğitim- hukuk- yönetim. Haydi, planlamayı kolaylaştırmak için dörde çıkaralım: Eğitim-hukuk- yönetim ve milliyetçilik.
Bunlar bilmediğimiz, düşünmediğimiz kavramlar değildi. Fakat MDM-MİSAK’ın bu toplantısı sayesinde yeniden onlarla kucaklaştık ve bunca sıkıntı, kötüye işaret eden bunca indikatörün bunaltısı altından biraz doğrulduk, biraz nefes aldık ve ferahladık. Ne yapacağımızı bilmek güzeldi. Yapabilmek… O vatan kurtarmanın ikinci safhası.