Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Müslüman Kardeşler’i anlamak için doğduğu yere ve zamana gitmek lazım. Yani yirminci asrın başındaki Mısır’a.
Mısır, 1882’den beri bir İngiliz kolonisidir. Bir taraftan Osmanlı’nın içinde bulunduğu zafiyet, diğer taraftan Hidivlerin dış borca batması, Memluklerden beri Türk hâkimiyetindeki bu ülkedeki egemenliğimize son verdi. Gerçi resmen hâlâ Osmanlı’nın parçasıydı ama ancak kâğıt üzerinde. Birinci Dünya Harbi’ne girişimizle birlikte bu görüntü de kalktı. Kıbrıs gibi Mısır da resmen İngilizlerin olur.
Akdeniz’in ötesindeki Türkiye
Birinci Dünya Harbi’nde ittifak devletlerinin zaferi, İngiliz hâkimiyetini perçinledi. Türkiye’ye hiç geçirilemeyen, son teşebbüste de Millî Mücadele ile defedilen sömürge zinciri Mısır’ı sımsıkı sarmıştır. 1919’dan itibaren İngilizler’e direnilmekte, İngilizler de millî hareketleri silah zoruyla bastırmaktadır.
Mısır, birçok bakımdan, Akdeniz’in öteki tarafında Türkiye’nin tekrarı gibidir. Yönetici elitler ‘Bey’ ve ‘Paşa’dır. Yönetim dili Türkçedir. Zaten Memluklerden beri öyledir. Mesela yirminci asrın başında hükümetin bir kültür hamlesi vardır. Fransızca ve İngilizce’den temel eserler tercüme edilir… Hangi dile? Tabii ki Türkçeye. Matbaa Mısır’da İstanbul’dan daha üretkendir. Bundan ötürü Osmanlı’daki önemli bilim ve fikir eserlerinin bir kısmı Mısır basımlıdır. Mesela Yusuf Akçura’nın Üç Tarzı Siyaset’i, Mısır’da yayınlanan Türk Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin beş ciltlik Türkçe modern tıp kitabı da Kahire basımlıdır.
Bey ve Paşa’ların dışındakilerde okuryazarlık pek yoktur. Yüzde iki civarındadır. Okula bitiren reaya ‘Efendi’ ünvanına kavuşur.
Milliyetçi olmasınlar da…
Tıpkı Osmanlı’daki gibi Mısır’da da partiler ve meclis vardır. Halk ve aydınlar emperyalistlere karşıdır. Vafd (Wafd) Partisi, bir nevi İttihat ve Terakki’dir; milliyetçidir. Başında Türk asıllı Zaglul Paşa vardır. Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Zaglul Paşa da Türkiye’den götürülen Türk Milliyetçileri ile birlikte Malta’ya sürülür. Dönüşte Vafd ile devam eder ve Vafd’ı iktidara taşır. Ancak El-Ezher çevresi, Vafd’ı laik ve milliyetçi bulur ve ondan hoşlanmaz. El-Ezher’dekilerin İngilizlere fazla bir muhalefeti yoktur zaten.
1924’de İngiltere’nin Sudan Genel Valisi Sir Lee Stack Kahire’de öldürülür. Bunun üzerine İngilizler Mısır Hükümeti’ne ‘Hükümet’ etiketi taşıyan hiçbir kuruluşun kabul edemeyeceği bir ültimatom verir. Zaglul Paşa istifa eder. 1926’da Vafd seçimi tekrar kazanır, fakat İngilizler bir harp gemisi göndererek iktidara gelmesini önlerler.
İngiliz baskısı artınca Mısır toplumunun bileşenleri farklı tepki verir. Halk kendi kimliğini istemektedir. Vafd’ın başarısının sebebi de budur. Kral Fuad, hazır Türkiye hilafeti kaldırmışken acaba halifeliği alabilir miyim hesabındadır. İngilizler, Fuad’ın talebini sempatiyle karşılar ve destekler. Hâkimiyetlerinde bir halife avanta sağlayacaktır. İngilizler milliyetçilere karşıdır; siyasî dincilere değil, onlarla araları iyidir. El Ezher Üniversitesi de Fuad’ın halifeliğine İngilizlerle birlikte destek verir. Unutmamalı ki Ezher, bir asır önce Napolyon’un da aslında Müslüman olduğunu söyleyen kurumdur.
En iyisi kozmopolit olun
Bir İngiliz siyasetçisi Mısır halkının tutumunu, “Mısırlılara Türk olmadıklarını anlatmamız için bir asır harcadık” sözleriyle ifade etmektedir. Emperyalizmin tavsiyesi hep aynıdır: Ülke çok büyük olmamalıdır, o zaman başa çıkılmaz. Bu gerekçeyle Mısır’ın parçası Sudan ondan koparılmış, sonra tekrar bölünmüştür. Halk millî kültür peşinde koşmamalı, daha kozmopolit bir kültürü benimseyip “dünyaya açılmalıdır”. Özetle, milliyetçilik hâriç hiçbir şey emperyalizmi rahatsız etmez. Edward Said bunu şöyle anlatıyor: “Mahkûm ırktan gelen tekliflerin ne derece ciddîye alınması gerektiğini Cromer’in Mısır milliyetçiliğini toptan reddedişinde görebiliriz. Hür yerli kurumlar, yabancı işgalinin kalkması, kendi kendini yürüten millî istiklal; bu pek de şaşırtmaması gereken talepleri Cromer sürekli reddediyor ve açıkça şunu söylüyordu: ‘Mısır’ın gerçek geleceği sadece yerli Mısırlıları kucaklayacak dar bir milliyetçilikte değil… fakat daha geniş bir kozmopolitliktedir.’ Mahkûm ırklar kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemezler”(1)
Hocaoğlu ve emperyalizmin manyetik alanı
İngilizlerin Mısır’a karşı sert tutumu ancak 1935 ve sonrasında yumuşar. Çünkü bu tarihten itibaren Akdeniz’de İtalyan emperyalizminin ayak sesleri duyulmaya başlamıştır ve İngiltere şimdi şirinlik muskası takmalıdır. 1936’da bizim Lozan’da bıraktığımız kapitülasyonların ve ikili hukukun kaldırılmasına göz yumarlar. Askerî varlıklarını Süveyş’le sınırlarlar.
Rahmetli Durmuş Hocaoğlu’nun emperyalistlerle münasebete giren, kendisini yenileyememiş kültürler hakkında güzel bir benzetmesi vardır. Bir demir filizinin veya demir malzemenin kristallerinin kendiliğinden bir düzeni, bir yönlenmesi vardır. Bu malzeme kuvvetli bir mıknatıs alanının etkisine girerse o düzen alt üst olur. Kuvvetli dış tesir, yapısını değiştirir. Bu ne mıknatısın yapısıdır ne de malzemenin kendi eski yapısı… Bu benzetmeyi felsefeye fizikten geçen Durmuş Hoca yapabilirdi ancak.
Mısır ve daha birçok mağlup, sömürge hâline düşmüş doğu ülkesinin hâli budur işte. Mısır’ın milliyetçileri de İslamcıları da sosyalistleri de aslında emperyalizmin etkisi altında şekillenmiştir. Bu emperyalizmin koruyup kolladığı hareketler için doğrudur. Ancak emperyalizme tepki olarak doğan hareketler için belki daha da doğrudur.
Düşmanına benzemek
Müslüman Kardeşler de kuvvetli dış mıknatısın, Batı sömürgeciliğinin etkisinde doğmuş bir harekettir. Hidiv İsmail Paşa Protestanlığı ‘millet’ kabul ettikten sonra o dönemin bir numaralı Protestanı evangelistler, Mısırlıları Hristiyanlaştırmak için harekete geçer. Kimsesiz çocuk yurtları ve misyon mektepleri, yatılı okullar misyonerlerin plaj başlarıdır.
Mısır’ın pek eğitemeyen eğitim sistemi misyonlerlerin lehine işler. Eski okullar bizim mahalle mektepleri gibidir. Cami mektepleri de öyle. Oraya giden çocuklar bol bol dinî metin ezberler, tekrar ederler. Mısır’ın ihtiyacı olan insan sermayesini yetiştirmek için dar-ul-ulm’lar açılır. Fakat bunlar da yetersiz kalır. İşte tam bu sırada, bizdeki Amerikan kolejleri gibi misyon okulları faaliyete geçer. İsveçli misyoner Ericsson’un önderliğinde, fakat ABD misyonerlerinin para desteği ile Port Said’de Selam okulu ve misyonu bunların ilklerindendir. Okulun kontenjanları hızla dolar, yer kalmaz. Buradan mezun olanlar yabancı dil bilmekte, kolayca yüksek maaşlarla işe girmektedirler.
Misyonların hedefinde özellikle öksüzler ve kimsesiz çocuklar vardır. Bunlar misyonda kalır, eğitilir ve belli bir yaşa gelince vaftiz edilip Hıristiyan olur. Öksüzler evanjelistlere kolay hedeftir. Kimi kimseleri yoktur. Kimsesizlerin kimi olurlar ve onları İsa’nın yoluna yönlendirirler. Misyonlar bunun dışında fakir halka yiyecek ve başka ihtiyaç maddeleri dağıtır. Misyonerler o kadar sevimlidir ki Kral Fuad, 1921 yılında öksüz yurduna 1500 dolar bağışlar. Gerçi o zamanın 1500 doları bugünün on binleridir ama önemli olan miktar değil jesttir, devletin misyonerleri onaylamasıdır.
Diren Türkiyye
Misyonerlerin korumalarına aldığı öksüzlerden biri, Türkiyye Yusuf Hasan isimli bir kız çocuğudur. 1930’ların başında yurda alınır. 9-10 yaşındadır. Kazanılmak için gayetle elverişli bir yaş. Aradan iki yıl geçer, 1932’de Türkiyye’ye hem Finlandiya’dan, hem ABD’den İsa’nın yoluna dâvet mektupları gelir. Bu da güzel ve etkileyici bir taktiktir. 12-13 yaşındaki çocuk adam yerine konmakta, Batı’nın büyük ülkelerindeki büyüklerden kendisine mektuplar gelmektedir: Hadi artık vaftiz ol! 1933’te Selam Misyonu’na götürülür, iş orada bitirilecektir. Fakat Türkiyye inatçıdır ve öyle kolay kolay etkilenmemektedir. Hristiyan ol baskısı karşısında büsbütün hassaslaşmıştır. Öyle ki odaya giren hemşire karşısında ayağa kalkmayı reddeder ve karşılığında dayak yer. Türkiyye yine boyun eğmez, mektupları yanına alır ve kaçıp karakola sığınır. Darp izlerini gösterir.
Belgeli, ispatlı “Öksüz Skandalı” Mısır kamuoyunda bomba tesiri yapar. Basın ayağa kalkar. Türkiyye’yi döven rahibe sınır dışı edilir. Fakat bu da halkın öfkesini dindirmez ve sonunda hükümet düşer.
Müslüman evanjelistler: Dava!
İşte bu tepkiyi o civarda, Port Said ve misyon kuruluşlarının hemen yüz kilometre çevresinde Hanbeli bir ailede doğmuş, orada büyümüş ve o bölgede çalışan bir vaiz ve öğretmen, Hasan El-Benna yönetecektir. El-Benna Türkiyye olayından beş yıl önce, 1928’de Hristiyan misyonuna karşı Müslüman misyonunu kurmuştur bile! Fakat İhvan, Türkiyye olayından sonra kabaran öfke dalgası üstünde hızla yayılır. Kendi teşkilatlanmasında da o misyonları örnek almıştır. Öksüz yurtları açılır. Yatılı okullar kurulur. Teşkilata destek veren iş yerleri ve okullar vardır. Halka ihtiyaç maddeleri dağıtılır. Misyonerlerin erkeklerine ne deniyor? ‘Birader!’ Erkek kardeş. Hristiyan misyoner kadınlar da ‘hemşire’ yani kız kardeş. O halde El-Benna’nın teşkilatı da kardeşlerden kurulacaktır: Müslüman Kardeşler! İhvan-ı Müslimin. Öksüz Skandalı(2) kitabının yazarı Beth Baron’a göre, “Sonunda İslamcılık, şaşırtıcı şekilde Protestan evanjelikliğine benzedi. İngiliz işgalciler ve Protestan misyonerleriyle yakın temasla Islam akitivistleri, hayatta kalabilmek için İslamı bu kalıba döktüler.” Her şey hazırdır. En önemli bileşen de düşmandır ve onun kimliği hakkında henüz bir şüphe yoktu: Batı. İhvan ilk on yılda yarım milyon üyeye ulaşır.
Aslında “İhvan” aynı zamanda tarikat üyelerinin de bir birine hitap tarzıdır. Benna’nın teşkilatında tarikatlara benzeyen bir unsur daha vardır: Biat. Katılanlar, lidere biat ederler, itaat ahdinde bulunurlar. Hini hacette gerekir diye bir de hücre (usar) teşkilatı kurulmuştur. Öyle kapıdan her giren tam üye olamaz. Önce muhib- sempatizan olunur. Sonra müntesip. Nihayet ahi-amal, çalışan kardeş mertebesine yükselinir.
Evanjel kelimesi, ‘güzel haber’ demektir. Evanjelistler, kendilerini müjdeyi, yani İsa’nın mesajını insanlara ulaştırmakla görevli addederler. Asıl özellikleri bu Hristiyanlaştırma faaliyetine dört elle sarılmaları, kendilerini ‘proselytizing ~ döndürme, getirme’ ile görevli addetmeleridir. İhvan’da bu fonksiyon yaygın Arapça telaffuzla ‘dawah’ adını alır. Türkçede zaten dava diye bir kelime vardır. Fakat bize son on yıllarda gelen ve “biz dava adamıyız, bizim davamız” derken kastedilen anlam bu değildir. İhvan’ın dawa’sı iki noktalı he ile biter (دعوة), yani Türk telaffuzunda ‘davet’ diye okunması gerektir. Evanjelistler nasıl herkese müjdeyi ulaştırmakla görevliyse, ihvan da davetle görevlidir.
Gelecek bölümde hikâyeyi hızla ileri sararak Müslüman Kardeşlerin fikir babası Seyyid Kutub’u ele alacağız.
(1) Edward Said, “Orientalism”, Penguin Classics 2003, sayfa 37.
(2) Beth Baron, The Orphan Scandal: Christian Missionaries and the Rise of the Muslim Brotherhood, Stanford U. Press 2014