Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Şimdilik ülkedeki demokrasiyi bir tarafa bırakıp müzmin problemimize bir göz atalım: Parti içi demokrasi.
Bu da tam, bütün güzel şeyler gibi, birçoğunun, “İyi diyorsun, hoş diyorsun da bizde olmaz. Burası Türkiye!” diyeceği cinsten ulaşamadığımız bir yapıdır. Aslında çok basittir parti için demokrasi:
1. Partinin yetkili kurulları terör ve baskı estirilmeksizin seçimle teşekkül eder.
2. (En önemlisi bu:) Partide hiç ama hiç kimse kendi başına karar veremez. Kararları yetkili kurullar verir. Ve sadece yetkili kurullar verir. Dahi de olsa, insanüstü de olsa liderler değil.
Tek tek insanlar inisiyatif alırlar. Tek tek insanların inisiyatifi olmadan hiçbir şey yürümez. Ancak kişilerin inisiyatifleri şunlardır: 1) Gereken kararların hazırlanıp teklifi. 2) Değerlendirilmesi: Savunulması veya eleştirilmesi. 3) Teklifler bir kere karar hâlini alınca da onların uygulanması. Lider birkaç adamıyla bir odaya kapanıp karar veriyorsa, mesela milletvekili adayları böyle intihap ediliyorsa, olup bitene demokrasi denemez. O kuruluşa parti denip denmeyeceği de şüphelidir.
Demokrasinin ölümü
1980 ‘bizim çocuklar’ darbesinin eseri partiler kanunu, Türkiye’nin ta Meşrutiyet’e uzanan demokrasi geleneğinin katliydi. Şimdi olup biten, mevtanın defin törenidir.
Demokrasinin ölümü sadece Partiler Kanunu’nda değil, Dernekler Kanunu’nda da gerçekleşti. Zaten bu ikisi iç içedir. Partiler Kanunu’nda bulunmayan hükümler için Dernekler Kanunu geçerlidir. Meselâ bugün bir dernek, genel kurul delegelerinin önemli bir kısmını yönetim kuruluna seçtiriyor. Sonra o delegeler dönüp genel kurulda kendilerine seçen başkan ve yönetim kurulunu seçiyor. Partilerde de genel merkez hoşlanmadığı teşkilatları feshediyor. Kendisi yeni teşkilatlar tayin ediyor. Sonra o teşkilatların delegeleri gelip parti merkezini seçiyor. Bu tuhaf döngüler bile bazen fazla demokratik bulunup engelleniyor. Bunları yapanlar yaptıklarının ahlâka aykırılığını düşünmüyor bile. Ne alakası var ahlakla canım!
Demokrasi için seçim gerekli fakat yeterli değil. Bugün Türk Cumhuriyetlerinin çoğunda ve birçok Orta Doğu ülkesinde sonucu baştan belli seçimler yapılır. Thomas Friedman’ın Lexus ve Zeytin Ağacı kitabında yarattığı, ABD Dış İşleri Bakanı Christopher Warren ile Suriye Başkanı Hafız Esad (bugünkü Esad’ın babası) arasındaki hayalî konuşma bir siyasî hiciv şaheseridir. Hafız Esad, Warren’a anlatır: “Seçim yaptık. Adamlarım geldiler, ‘Efendim, tebrik ederiz, oyların %99,8’ini aldınız’ dediler. Teşekkür ettim. ‘Başka bir emriniz var mı?’ diye sordular. ‘İsimler!’ dedim.”
Ömür boyunca aylık gelir ancak parti lideri verir
Diktatör liderlerin elinde kimin milletvekili adayı olacağını tayin gibi bir güç var. Daha önce yazdığım gibi bir zamanlar adayları parti teşkilatları belirlerdi. Fakat o günlerde bile liderin etkisi az değildi. “Odun koysam seçilir” sözü ta Adnan Menderes zamanınındır. Mevcut partiler kanunu ve 1980 sonrası geleneğiyle artık adayların tamamını lider tayin edebilir.
Milletvekilliği, onu gerçekten yapacaklar için kolay bir meslek değildir. Fakat halkın değil de liderin seçtiği, poker fişi gibi, talimata göre evet veya hayır için el kaldıran tiplerin nezdinde bulunmaz bir nimettir. Yaşı müsait olanlar geçen asrın Vakıflar Bankası reklamını hatırlar: Ömür boyunca aylık gelir, yalnız Vakıflar Bankası verir. Bugün lider de verir.
Elimi öpene veririm
Liderin vekilleri! Bu unvanı izzeti nefislerine yediremeyen, güdümlü oy verme makinesi rolünü hazmedemeyen kişiler gemiyi terk eder. Geriye ömür boyu aylık gelir peşindeki taife. O kalanların birçoğu ile konuşmuşluğum vardır. Teke tek ilişkide o yüce lidere demediklerini bırakmazlar. Fakat yüzüne karşı sevgi ve saygı meleğidirler. Eğilip elini öperler.
Ömür boyunca aylık gelir, aslında iktidara yaklaştıkça artan nüfuz ticareti geliridir. Bu yüzden, yıllar önce bir arkadaşımın söylediğini tekrarlamak isterim: Demokratik hukuk devletlerinde para kazanmak isteyenler iş hayatına, iktidar isteyenler siyasete atılır. Hürriyetsiz demokrasilerde tersi geçerlidir. Para kazanmak isteyenler siyasete, iktidar isteyenler iş hayatına atılır. Çünkü iş adamı partiye, hele hele lidere arka çıkacak ve bu yolla asıl iktidara tırmanacaktır.
Piramit, takım ve simit yönetimleri
Dünyada akademik araştırmaya en sık konu olan şey yönetimdir. Bu yüzden yönetim bilimi son yüz yılda büyük ivme kazandı. Eskiden doğru bilinen birçok şey yanlışlandı, birçok yeni keşif yapıldı. Geçen yazıda bahsettiğim Bilimsel Yönetim döneminde yönetim, ordu modelinden gelen piramitle yürürdü. Tepeden aşağıya doğru dallanan bir piramit. Tıpkı başkomutan ve karargâhı, sonra ordular, sonra orduların tümenleri, onların alayları, bölükleri, takımları… Bu tenkit edildi. Organizasyonlar kol gücünden uzaklaşıp çalışanlardan akıl ve inisiyatif talep ettikçe piramit teklemeğe başladı. Onun yerine genellikle idarî ve teknik otoriteyi ayıran iki, sonra üç ve daha çok başlı matris organizasyonları kuruldu. Yetmedi, organizasyonlar kişiler değil, takımlar etrafında teşkilatlandı. Dikey, yani üstten aşağı değil yatay iletişim hatlarına ağırlık verildi. Bütün bu değişiklikler aslında yönetim biliminin demokrasinin verimliliğin keşfetmesidir. Emir-kumandaya dayanan piramitten, fikir birliğine, dinlemeye, tartışmaya dayanan inisiyatifin teşvikidir. Bilgi çağında başka türlüsü olmuyor. Tepedeki adamın her şeyi bilmesi artık mümkün değil.
En iptidaî diye takdim ettiğimiz piramit yönetimi de belli kurallara ve disipline dayanır: Bir insanın iki patronu olamaz. Örgüttekiler kademe atlayamaz. Yani bir grubun lideri ancak kendi altındakilere talimat verir ve ancak bir üstündekinden talimat alır. Altındakini atlayıp onun adamlarına inemez. Üstündekini atlayıp onun başındakine ulaşamaz. Piramit demokratik değildir ama edeplidir.
Bir de dejenere yönetim tarzı vardır. Ben buna ‘simit yönetimi’ diyorum. Simit’in merkezinde dâhi lider oturur. O herkese aynı mesafededir. Birini tayin etmekle yetinmez, onun altındakileri de tayin eder. Sonra o alttakilerin üstlerini kendisine gammazlamasını talep eder. Yardımcılarına, baş danışmanlarına (nedense başka tür bir danışman yoktur, hepsi ‘baş danışman’dır), il başkanlarına, ilçe başkanlarına, belediye reislerine, muhtarlarına, üyelere, bakkal ve taksi şoförlerine, hepsine ama hepsine eşit mesafededir. Zaten hepsini o seçmiştir. Dolayısıyla hepsine talimat verme hakkı da onundur. Hepsinden istihbarat/dedikodu alır. İletişim teke tektir. Çok yönlü zannedenler kendini kapıda bulur.
Neden mi böyledir? Dejenere yapıda lider teşkilatın gerçekten en akıllısıdır. Çünkü ondan akıllı olanlar çoktan atılmış veya kaçmıştır. Veya akıllarını ve haysiyetlerini bir tebessüm sütresinin arkasına gizlemişlerdir. Akıllarını kullanmak yerine el öpmektedirler. Bu ahval ve şeraitte tabiatıyla, organizasyondaki en akıllı kişi liderdir. Dahi liderin dehası, yönetim biliminin ‘kendi kendini gerçekleştiren kehanetler’ fasilesindendir. Lider kendisini çevredekilerden en akıllısı sanıyorsa, bir süre sonra gerçekten o hale gelir.
Akıl sağlığı meselesi
Bu tuhaf ve muhakkak ki hastalıklı hali psikolojinin yeni bulguları açıklıyor. Harvard psikoloji hocası Robert Kegan, bebek ve çocuk gelişimi teorilerini yetişkinlere genişletmiş. Gelişim aşamaları büyüklerde de var. Özetle, erken çocukluktan sonra gelen bir ‘sosyal safha’ var. Sosyal safhada genç için önemli olan bir topluluğa mensubiyet. Bu aşamanın ergenlikle sona ermesi gerekiyor ama epey bir insanda ergenlik hiç bitmiyor. ABD’de yetişkin nüfusun %50’sinin sosyal safhada donduğu tahmin ediliyor. Bizde bu oran muhtemelen biraz daha yüksektir. Sosyal safhadaki genç kapanın elinde kalıyor. Erken gelen onun beynine oturuyor. Çünkü bu aşamada ait olmak önemli. Ait olunan şeyin fazla bir ehemmiyeti yok. ‘Ben falancalardanım!’ diyebilmek her şey! Kegan bu safhada ‘Falancalardanlık’ şahsın öznesidir diyor. O mensubiyeti karşısına alıp ona bir nesne gibi bakamıyor. Şahsiyeti mensubiyetidir. Mensubiyette mantık, düşünce falan gerekmez.(1) Engin Geçtan’ın ‘ellerinde göbek bağları, sokacak piriz arıyorlar’ dediği işte tam bu haldir. Sokulacak piriz parti de olabilir, cemaat de…
Kegan, sosyal safhada donmuş kişinin başka birinin yazdığı senaryoyu oynadığını söylüyor. Bir üst safhaya bu yüzden ‘müellif’ diyor, çünkü sosyal aşamadan kurtulan kendi senaryosunu artık kendi yazıyor. Gerçek ‘kişi’, gerçek ‘erişkin’ bu müellif aşamasına çıkabilendir… Herkese nasip olmuyor.
Mensubiyet çok şey anlatıyor; bir şey hâriç. Şu şirk mertebesinde lider putlaştırma neyin nesi? Buna Kegan’dan çok önce cevap bulmuşlar. Ta Freud zamanında: Transferans. Transferans, insanın birini annesi, babası veya ana-babaya benzer bir yakınının yerine koyması. Hani ördek yavruları yumurtadan çıktıktan sonra saatler içinde annelerine bağlanıp o nereye giderse arkasından giderler ya… Araştırmalar, anne ördek orda değilse yavruların onun yerine bir insanın veya köpeğin de arkasına takılabileceğini gösteriyor.
İşte lidere tapma, lideri anne veya baba yerine koymaya bağlanıyor. Burada da doktrin, fikir falan önemli değil. Dün söylediğinin bugün tersini söylemek de. O bebek ruhumuzun annesi veya babasıdır. Nereye giderse onu izleriz… İzindeyiz! Transferansta bağlanılan kişinin cinsiyeti önemli değil. Yani bir erkek babanın yerine geçebildiği gibi annenin de yerine geçebiliyor. Veya bir kadın annenin yerini tuttuğu gibi babanın da yerini tutabiliyor. Diktatörlere tabileri, ‘Sen bizim babamızsın!’ derler ya.
Bizim siyasetteki el öpme garipliklerini şimdi anladınız mı? Ne derse desin, ne yaparsa yapsın, o bizim anamızdır veya babamızdır!
Acaba bir gün?
Wilfredo Pareto’nun Elitlerin Deveranı’nı başka yerde anlatmıştım.(2) Özetle: Pareto, işe Makyavel’in insanları aslanlar ve tilkiler diye sınıflandırmasından başlar. Fakat bu statik sınıflamaya bir de hareket ekler: Devletlerin, partilerin ve diğer bütün organizasyonların kuruluşunda ideal ve kişilik sahibi aslanlar çoğunluktadır. Kuruluş eskiyip ilk enerjisini kaybedince organizasyona ideal ve kişilikten nasip almamış fakat sosyal marifet sahibi tilkiler hâkim olur. Sanki Makyavel ve Pareto’nun tilkileri ile Kegan’ın ‘sosyal safha’ insanları hısım gibi. Ve Kegan’ın ‘müellif’leri de Makyavel ve Pareto’nun aslanlarına benziyor.
Lider-teşkilât-doktrin hikâyesi hâkim olur, insanlara, ‘Bak bana danışmadan ağzını açmayacaksın, yazı da yazmayacaksın. Haddini bil, yerini bil.’ mesajı verilirse Müellifler-Aslanlar kaçar. Geriye Tilkiler kalır. Hâlbuki kuruluşu gerçekleştirenler aslanlardı Pareto’nun elitlerin deveranı budur.
Demokrasi bahsine İzmir’de Türkçüler arasında sözü dinlenen, adam yerine konan bir çocukla başlamıştım. O çocuk artık çocuk değildir. Ülküsüne dört elle sarılan, düşünen ve düşündüğünü çekinmeden söyleyen bir Aslan’dır. Fikrini söylerken gayesi, eğer hatalıysa düzeltilsin, eksikse eklensin, küçükse büyütülsün diyedir. Türklüğün çıkarları için birlikte güçlensinler diyedir. Göze girsin, birini yesin, çok sert demeç diye yarın manşete çıksın sonra da disipline uyan, el öpen bir milletvekili olsun diye değil.
Türkiye’nin bir gün yine her fikirden yazılı, sözlü basınının serbestçe yayın yaptığı, partilerin tekrar demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğu, parti içinde de dışında da demokrasinin ve insana saygının hâkim olduğu, Türklüğün meselelerinin yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışılıp karara bağlandığı, iktidardakinin muhaliflerin tamamına, kendinden başkasına oy verene terörist veya çukur diye hakaret etmediği, okullarda andımızın okunduğu, Türk çocuklarının Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmeyi birinci vazife bildiği bir gelecek… ümit edelim mi?
(1) http://misak.millidusunce.com/gavslar-ve-hakim-reisler-bitmeyen-bulug-cagi/
(2) İskender Öksüz, Niçin Geri Kaldık?, Panama Yayınları, 2017 sayfa: 276.