Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Maksatları farklı olan bilim, din ve Türkçülüğün her biri, kendi hedeflerine varmak için farklı yollar tutarlar. Başka bir deyişle, her birinin maksadına ulaşmak için kullandığı metot farklıdır. Her bir kategorinin maksadına varmak için kullandığı metodu şöyle bir tabloda gösterebiliriz.
Bilim, başlangıçta tıpkı din ve felsefe gibi daha çok tümdengelime dayandı. O zamanlar felsefeden pek de ayırt edilmezdi ve Avrupa’da adına ‘tabiat felsefesi’ denirdi. Bu gelenekten ötürü bizdeki bilim doktorasının Batı üniversitelerindeki adı felsefe doktorluğudur, PhD diye kısaltılır, Latince Philosophiae Doctor karşılığı…
Beni düşündürmeyin, biri benim yerime düşünsün!
Neydi bu geldikleri ‘tüm’? Daha ziyade geçmişteki otoritelerin yazıp çizdikleri? En başta Aristo’nun… Kutsal kitaplar ve din adamları da bunlara eklenebilir. Tabiat ve yıldızların gözlenmesi faaliyeti de takvim bilgilerinin yenilenmesi ve evrenin tasvirinde Aristo’nun ve diğer otoritelerin dediklerini teyit ve tekrar için kullanılıyordu. Bir de yıldız falı için. Kopernik’in gökleri, Türklerin ne yapıp edeceğini kestirmek için gözlediğini kendi yazdıklarından anlıyoruz.
Bu; şu veya bu dindekilerin değil, yazıp çizebilen dünyanın tamamının halidir. Bu, insanın genel zaafı olmalı: “Birisi ne düşüneceğimi bana söylesin, rahat edeyim. Beni düşündürmeyin!” Bilim, din ve felsefe iç içeydi. Âlimin hem birini, hem diğerini hem de ötekini bilmesi beklenir, âlim denilen adamlara kutsiyet atfedilirdi. Eski Yunan’ın yazıp çizmiş âlimleri de bu kutsiyetten paylarını alırlardı.
Akla gerek yok
Müslüman dünyada da ‘Kaale Aristo!’, yani Arapça ‘Aristo der ki!’ neredeyse kudsî bir referanstı. Aristo öyle kaal etmişse, size de âmin demek düşerdi. (‘Âmin’, bizim bildiğimiz ‘emin’ kelimesiyle kardeştir. Muhakkak öyledir, eminiz anlamına gelir. Müslümanlıkta da, Hıristiyanlıkta da…) Aristo’nun dediğine itiraz etmek neredeyse kutsalı reddetmeye eşdeğer bir küfürdü. ‘Bidat’, yani yeni bir şey çıkarmak, söylemek, tehlikeliydi. Bilinmesi gereken her şey; önceki babalar, dinler, âlimler (âlim kelimesi de bilen demektir) tarafından açıklanmıştı. Size bunları öğrenmek ve yeni problemler karşısında bunlardan istihraçla, yani tümdengelimle çözüm üretmek düşerdi. Yeni icat çıkarmak değil…
“Gökyüzü 7 kattır, her şey Dünya’nın etrafında döner, Ay yörüngesinin ötesinde azizlerin ve peygamberlerin makamı vardır.” iddiasına direnen Galile’yi ev hapsine mahkûm eden Engizisyon, böyle bir tümden geliyordu.
Aslında Galile’nin günahı boyunu aşmıştı. Aristo’ya göre madde dört elementten mürekkepti: Toprak, hava, su ve ateş. Toprak toprağı çektiği için cisimler yere düşerdi. Ve ağır cisim hafifinden hızlı düşerdi. Çünkü içinde daha fazla toprak vardı. Galile, Pisa Kulesi’ne çıkıp biri büyük ve ağır, öbürü küçük ve hafif iki cismi aynı anda aşağı bırakmış ve seyircilere ikisinin de yere aynı anda düştüğünü ispatlamıştı.
İstanbul’un ilk rasathanesini topa tutturup imha eden Şeyhülislam Kadızâde de kendi bildiği bir tümden geliyordu ve o tüme göre meleklere alttan bakmak ayıp ve günahtı. (Evet, bu taifenin sapıklığı o tarihlere kadar uzanır.) O geldikleri tümün doğruluğunu veya - hâşâ yanlışlığını - tahkik edemezdiniz. Yazın ürün veren buğdayı kışa alıştırırsanız kışın ürün veren buğday olmaz, bu işler genetiktir diyen Vavilov’u hapiste ölüme mahkûm eden Stalin de Diyalektik Maddeciliğin tümünden geliyordu.
Bir otorite vardır, sizin aklınıza ihtiyaç yoktur; düşünmeden söyleneni yapın! O otorite çok bilir, çünkü o otoritedir, liderdir, reistir o. Bu kadar! Bu satırlarda çizilen karikatürle bugünkü insanları kastetme gayesi yoktur. Eğer bugünkü bazı liderler bundan kendilerini kastettiğim zehabına kapılıyorlarsa, bu tamamen kendi kabahatleridir.
Gerçek geridedir
Tümdengelimcilikle bugünkü bilim arasındaki en önemli farklardan biri de bilgiye erişmek için zaman içinde hangi yöne gidilmesi gerektiği konusundaki düşünceleridir. Bilgi geçmişte midir, gelecekte mi? Eskiler mi daha çok bilirdi, sonrakiler mi? Tümdengelenler eski bilgilerden geldikleri için tabiatıyla en eski bilginin en doğrusu olduğuna inanırlar. Öyle ya. Bu bilgi; bize ağızdan ağıza, yazıdan yazıya dolaşarak gelmiştir. Hâlbuki asırlar öncesine gidersek bilgi henüz az seyahat etiğinden daha doğru olacaktır. Varsın Peygamber “iki günü bir olan benden değildir” desin. Eskiler işin aslını ve daha doğrusunu bilirdi.
Peki, bilim adamı? Sizler herhangi bir konuda eski bir kitabı mı, yeni bir kitabı mı okumayı tercih edersiniz? Hatta Google’da arama yaparken bile, aramanın ustaları, kaynakları mesela ‘son bir yıl’ ile sınırlayıp değişen bilgiler arasından en yenisini bulmaya çalışırlar. Bilgi günümüze ne kadar yakınsa doğruya da o kadar yakındır. Çünkü bilim üst üste koyarak daha da önemlisi yanlışlaya yanlışlaya ilerler. Son bilgi o bilgi yığınının en üstündekidir ve yanlışlanmamışıdır. Henüz yanlışlanmamışıdır…
Newton’un, “Ben daha uzakları görebildiysem devlerin omuzlarına tırmandığım içindir” dediğini biliyoruz. Bugün Newton’un da omuzlarına çıkılmış ve o bilim insanları kulesi, Newton’un zamanından daha yükseklere tırmanmış, daha uzakları görebilmiştir; fakat hâlâ göremediği mesafeler vardır. Yine Newton’dan alıntı yaparsak, “Koskoca bilgi okyanusunun kıyısında oynayan çocuklar gibiyiz. Bazen diğerlerinden daha parlak bir taş, bazen daha hoş bir deniz kabuğu bulup seviniyoruz. Keşfedilmemiş koskoca okyanus karşımızda duruyor.”
Biz her şeyi biliriz; biz bilmezsek şıh bilir
Hâlbuki tümdengelimcinin bilmediği yoktur; çünkü güneşin altında yeni hiç bir şey yoktur. Olanları da şıh (şeyh) bilir zaten.
İşte bilim devrimi bu anlayışın yıkılışıdır. Harari’ye göre bilim devrimi, “Ignoramus = bilmiyorum!” devrimidir. İnsanın bilmediğini, fakat çabalayıp öğrenebileceğini, keşfedebileceğini, icad edebileceğini anlamasının devrimidir. Bu devrimin başlangıcı da Francis Bacon’a atfedilir.
Muhtemelen şehir efsanesi olan bir anekdota göre bir grup saygıdeğer feylezof din adamı, Aristo’ya dayanarak atın ve insanın kaç dişi olduğunu tartışmaktadır. Aristo; aygırların 42, kısrakların 40 dişi olduğunu; insanlarda da erkeklerin kadınlardan daha çok dişi olduğunu söyler. (Nedense bu mümtaz ve erkek şahsiyetlerin çıkarımları genellikle kadınların yeni bir eksiğinin keşfiyle son bulur. Dedim ya, sapıklık eskidir.) Aristo bu dediklerini yine o meşhur dört element hikâyesi ile daha doğrusu onun insan vücuduna uyarlanmış hâli ile bir güzel izah eder. Mümtaz hâzirun, bu konuyu tartışırken içlerinden genç bir papaz - ki bu Bacon’dır - az ilerde otlayan bir ata işaret eder ve çekingen bir sesle gidip atın dişlerinin sayılmasını teklif eder. Bir dayak yemediği kalır. Bu yüksek fikir teatisinin ve okumuşların okuduklarını naklettikleri bu meclisin pis atın pis dişlerini saymak gibi bir işi olamaz!
Devrim: Herkül Sütunları aşılıyor
Bacon atın dişlerini saymaktan daha beterini yapmış, aslında bilimin gerçeğinin bir - iki atın değil, birçok atın ve birçok insanın dişlerini saymaktan geçtiğini söylemiştir(1). İşte tümevarım, tam da budur. Bilimin yeni metodu, tümevarımdır. Tabiat gözlenecek, deneyler yapılacak ve birçok deney ve gözlemin sonunda yeni hükümler çıkarılacak, yeni bilgiler elde edilecektir. Yüzlerce aygır ve kısrağın dişleri, yüzlerce kadın ve erkeğin dişleri sayılmadan gerçeğe yaklaşamazsınız. İki bin küsur yıl önceki babalardan akıl yürütmekle, onların tümünden gelmekle olmuyordu. Bacon bu düşünceleri anlattığı kitabına “Bilimin Yeni Aleti = Novum Organum” adını verdi. Bu Aristo’nun yedi ciltlik mantık kitabı Organon’un ismine nazireydi. Artık bilginin yolu iki yönlüydü, çift yoldu. Gelişi, tümdengelimi vardı ama gidişi de, tümevarımı da vardı. Başka yerde (2) Bacon’un kitabının kapak resmini vermiştim. Resimde Herkül Sütunları‘nın, yani Cebeli Tarık‘ın ötesine sefer yapan kalyonlar gösteriliyordu. Herkül Sütunları’nın ötesine geçmeye cesaret etmek ve bu cesaretle yepyeni bir dünya keşfetmek! Yetmedi, Hindistan’a yeni bir yol bulmak. Güneşin altında yeni şeyler bulunduğunu ve bunların keşfedilebileceğini bunlardan daha iyi ne ispatlayabilirdi ki? Keşifler zihniyeti değiştirmişti. Harari, bilmiyorum devrimi diyor ya, sonra ekliyor: Bilim devriminden önce çizilen haritaların her yeri doludur, her yerinde bir şeyler yazar. Bilim devriminden sonra çizilenlerde bol bol, ‘keşfedilmemiş bölgeler’ etiketini görürsünüz. Yeni Dünya ders olmuştu.
Fakat bilim böyle işte… Yirminci asırda bir başka bilim adamı, Karl Raimond Popper çıktı ve “Hayır!” dedi, “Bilim tümevarımla değil yanlışlamalarla ilerler.” Aristo’yu yanlışlamak için bir kadının bile dişinin eksik olmadığını göstermeniz yeterlidir. Popper bununla da yetinmedi. Bilimin alet - edevat kutusuna bir ilave daha yaptı: Bilim, problem çözerek yürür. Yanlışlayarak ve problem çözerek… Bilim adamlarına dünyanın en alçak gönüllü insanı olmak düşüyordu. O, problem çözmek zorundaydı ama bulduğu çözüm büyük ihtimalle yanlışlanmaya mahkûmdu.
Popper’in tespitleri bir başka işe daha yaradı: Bilimin sınırını çizmeye. Demek ki yanlışlanamayacak şeyler, bilimin kapsama alanının dışındaydı. Bilimle dinin müfredatlarını bir birinden ayıran, bunların çakışmayacağını söyleyen Stephen Jay Gould’un NOMA’sı da Popper’le bu noktada kavuşur.
İşte bizim kaçırdığımız ve yakalamamız gereken!
İşte bizim kaçırdığımız zihniyet değişikliği, yaklaşım değişikliği budur. Hani “bir şey değişti, her şey değişti” derler ya; tam da öyle oldu. Bir şey değişti ve her şey değişti. Biz ve bizim kültür çemberimiz, hatta bütün doğu coğrafyası bu noktadan sonra geriye düşmeye başladı. Sömürgeleşmeye başladı. Hâlâ da geridedir ve hâlâ büyük çapta tâbidir. Bilim devrimi denilen zihniyet değişikliğinden önce Batı ile arasında pek mesafe yokken ve hatta Batı’dan hayli ilerdeyken.
Bilim devrimi ve onu izleyen değişimin, Batı’nın bilim-teknik-endüstri ve nihayet ekonomideki sıçrayışının tarihte başka bir benzeri yoktur. Bu hâl insanlık tarihinde ilk ve tektir. Hani birçok olay için “tıpkı şu daha önceki filan olay” gibi deriz, tarih tekerrür mü eder diye düşünürüz ya… Şu anlattığım sıçrayışın geçmişte bir benzeri yoktur. Neyi ölçerseniz ölçün, asırlara göre grafiğini çizdiğinizde bilim ve sanayi devriminden sonraki sıçrayışın matematikte ‘singularity’ denen, bizim ‘patlama’ dediğimiz seyri izlediğini görüyoruz. Hani lisede fonksiyonların grafiğini çizerdik de bir noktada payda sıfıra gittiği için oraya kadar efendi efendi giden eğri birden bire kâğıdın üstüne ve dışına doğru fırlayıverirdi. İşte bilim devrimi ve onun yol açtığı sanayi devriminden sonra Batı’nın hemen her şeyi böyle bir patlamaya uğradı: Meselâ kişi başına enerji tüketimi, meselâ kişi başına gayri safi yurt içi hâsıla, meselâ en büyük şehirlerin nüfusu, meselâ insanın ömür beklentisi (3)…
Şimdi sıra, bu üçlünün ilişkilerini incelemeye geldi. Bilim için din nedir; din için bilim nedir? Bilim için Türkçülük ve Türkçülük için bilim ve nihayet din için Türkçülük ve Türkçülük için din.
(1) Belirttiğim gibi bu hikâye muhtemelen bir kurmacadır ve Bacon at ve insan dişleri ile hiç uğraşmamış olabilir.
(2) İskender Öksüz, Bilim, Din ve Türkçülük, Panama Yayınları 2018.
(3) Ian Morris, Why the West Rules- For Now, Profile Books 2010.