Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Bu yazı, İskender Öksüz’ün “Bilim Din ve Türkçülük” (Panama Yayınları, 2018) kitabından alınmıştır.
Batı Avrupa devletleri entegrasyonu en ciddî problemleri arasında sayıyor. Onlara göre farklı diller konuşan, kendi mensubiyetlerinden farklı bir mensubiyet hisseden insanların kendi ülkelerinde sürekli yaşaması kabul edilemez. Bunlar bir an önce ana topluma ‘entegre’ edilmeli. Entegre edilmek ne demek? Meselâ Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’nin 2002 yılında Süddeutche Zeitung’a verdiği röportaja göre şu demek: “İki dilli bir Almanya istemiyorum. En iyi entegrasyon metodu asimilasyondur. Almanya’da Türkçe eğitime izin verilmemelidir.”(1)
İddiaya göre bir zamanlar Avrupa Birliği’nde, bizdeki sol liberalleri (her ne demekse) çok heyecanlandıran “çok kültürlülük” vardı. Herkes dilediği dilde konuşacak, dilediği dilde okuyacaktı. Az önce gördük, Şansölye Merkel 2010 yılında, “Çok kültürlülük, ‘Multikulti’ tamamen başarısız olmuştur” diyerek noktayı korken koalisyon ortağı partinin Bavyera Başkan vekili Horst Seehofer ayrıntıya girip: “İki parti de hâkim Alman kültüründe kararlıdır, çok kültürlülüğe karşıdır.” demiş ve devam etmişti, “... göçmenler Almanca konuşmaya mecbur edilmelidir. Yalnız öğrenmeli değil, konuşmalıdırlar da. Yalnız sokakta değil, evlerinde de Almanca konuşmalıdırlar.”
Şu anda da Almanya’da mukim bir kişinin eşini yanına getirmek maksadıyla vize alabilmesi için Almanca devlet dil sınavını geçmesi ve geçtikten sonra 900 saat uyum kursu görmesi gerekmektedir.
Biz gideriz tersine
Avrupa Birliği ülkelerinde bu gelişmeler sürerken Türkiye âdeta başka bir gezegende yaşamaktaydı. O sırada Türkiye’nin Başbakanı, “Asimilasyon insanlık suçudur.” diyordu. Demek ki biz hâriç bütün dünya, bu arada Alman Başbakanı, Alman İçişleri Bakanı, İngiliz Başbakanı ve Fransa’nın tamamı insanlık suçu işlemektedir. Otoyola ters giren Temel için, polisin “delinin biri ters yönde gidiyor, dikkat” anonsuna karşı, Temel’in, “kaç biri… kaç biri…” demesi gibi. Başka gezegende yaşayan sadece yöneticilerimiz değildi. Çağdaş, uluslararası, yüksek insanlık idealleri uğruna Soros, NED gibi kaynaklardan destek alan kuruluşlarımız da bize Avrupa’nın gittiği yolun tam aksini göstermekteydiler. Cameron, Merkel ve Seehofer “Bizim kültürümüz, bizim dilimiz!” der; Fransa, Korsikalıların ana dilde eğitim taleplerini anayasaya aykırı bulup reddeder, “Tek bir Fransa vardır ve o Fransa’da yaşayan herkes Fransız’dır, Fransızca konuşur!” derken bizim STK’larımız bize bunun tam zıddını anlatıyorlardı. Ve bu anlattıklarının bazen medeniyetin, bazen Avrupa Birliği’nin bazen de Müslümanlığın gereği olduğunu söylüyorlardı. Çok ahlâklı ve medenî ve de dindar STK’lardı vesselam.
Onlar millet, biz İbrahimî millet!
Onlar kendi milliyetlerine yaptıkları vurguyu arttırdıkça bizimkiler tam tersini yapıyor, TESEV, 2010’da HDP’li, İHD’li ve Brüksel Kürt Enstitüsü mensup ve sempatizanlarından oluşan heyete bir anayasa şablonu hazırlatıyor ve onlar da anayasada Türk’ten ve egemenlikten bahsedilmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Sonra aynı şablon “darbe anayasasına karşı Yeni Türkiye’nin anayasası” sloganı ile servis edildi. Başbakanımız Türk’ten bahsetmemenin dâhiyane bir yolunu bulmuş, ‘asil milletimiz’in adını değiştirivermişti. Üç bin yıllık Türk Milleti, İbrahimî millet olup çıkmıştı! Bu büyük strateji de muhakkak ki sıfır sorun gibi, stratejik derinliklerde hak ettiği yeri bulacaktır.
AB ve dünya bir yöne, Türkiye ters yöne gitmektedir. Fakat ne AB ne de dünya, bu ters gidişten, yani Türkiye’nin Türklükten uzaklaşmasından rahatsızdır. Hatta teşvik ederler; hatta bundan mutludurlar!
Avrupa ülkeleri kendilerinden olmayan insanlarla birlikte yaşamaktan hoşlanmamaktadır. Onları bir an önce kendileri gibi konuşur, kendileri gibi davranır hâle getirmek istemektedir. Buna asimilasyon diyorlar ve canı gönülden asimilasyon istiyorlar. Çok kültürlülüğü gömdükten sonra ellerinde başka bir strateji de kalmadı. Türkleri ve diğerlerini ya asimile edecekler yahut da sürecekler. Yoksa kimsenin Almanya’da bir Türk kantonu, Fransa’da bir özerk Arap bölgesi görmeğe tahammülü yok. Ne de olsa onlar millet gibi millet. Bizim gibi ne idüğü belirsiz İbrahimî millet değil.
Peki bu asimilasyon nasıl olacak?
Asimilasyon nasıl olacak? Pek az yazan, fakat her yazdığı hâdise olan siyaset bilimci ve Milliyetçilik Araştırmaları alanının kurucularından Walker Connor 1972 tarihli “Millet inşası mı, millet tahribi mi?”(2) makalesinde bunu da incelemiş. Connor gösteriyor ki millî birliğin temini için birçok şart yerine getirilmelidir.
Sosyal bilimler de “gösteriyor ki” dediğimizde kastettiğimiz, bir tezin düzinelerce ve düzinelerce ülkede doğru olduğunu o ülkelerin tarihini inceleyerek tek tek göstermektir. Bu da yetmez, tezimize karşı şeytanın avukatlığını yapıp aklımıza gelen gelmeyen bütün istisnaları, bütün farklı izahları da yine birçok misal üzerinde denemek ve her birini tek tek çürütmektir. Bizdeki bazı insanların sandığı gibi bilimde ispat, gökyüzüne bakıp bakıp şiirler okuyarak veya elini göğsüne bastırarak yapılmaz. Ağlamakla da bilim yapmış olmazsınız.
Sonuçta Connor, siyaset bilimcilerin ve sosyologların etnik milliyetçiliği incelerken yanılmalarına sebep olan on hatayı tek tek sayıyor. Saydıkları arasında “millet ve devlet kelimelerinin kafa karıştırıcı bir şekilde birbirinin yerine kullanılması” var. Bizde buna bir de millet kelimesinin ümmet yerine kullanılmasını eklemek lâzım. Hatta yeni tanıştığımız İbrahimî Millet’i. “Maddeciliğin insan ilişkileri üzerindeki etkisinin gereksiz şekilde abartılması” da bir başka yaygın hata. Duble yol yaparsak ayrılıkçılar dağa çıkmaz anlayışı… Öyle görünüyor ki duble yolu kullanarak dağa daha kolay çıkarlar! Hadi asimile olun, elinizi çabuk tutun diyerek, “Vatandaş Almanca, İngilizce konuş!” diye bağırarak da asimilasyon sağlanmıyor. Cameron ve Merkel’e biraz Connor okumaları tavsiye edilebilir…
ABD bu işi nasıl başarıyor?
Peki, bizimkilere ne tavsiye edelim?
Connor, asimilasyonun hangi şartlarda başarılamayacağını sayıyor. Öyle olmaz, böyle olmaz; peki nasıl olur? Bu sorunun cevabı yine Connor’un maddeleri arasında gizli. Tersten almış: Amerika Birleşik Devletleri’nde asimilasyon başarılıdır ama bu başarıya yanlış benzetmeler yapılıyor diyor…
Çağımızın en başarılı asimilatörü, Amerika’nın kendi tabirleriyle “eritme kazanı” Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Nedir bu başarıyı sağlayan? Anahtar âmil diyor Connor, ABD’de asimilasyon isteğinin çoğunluktan değil, asimile olacaktan gelmesidir. Amerika’da azınlıkta olanlar bir an önce ana Amerikan toplumuna entegre olmayı talep eder. Çünkü:
“Kendisi ve soyundan gelenler geleneklerinin ve dillerinin devam ettiği bir etnik gettoda yaşamış olsalar bile o getto, ekonomi, prestij veya güç yönlerinden, onun cesur hayallerinin gerçekleşmesine müsaade edecek çapta değildi. Her zaman gettonun içine çeşitli şekillerde tesir eden ve onu saran daha büyük bir kültürel kimliğin parçası olduğunun sürekli farkındaydı(3) ve isteklerini sınırlayan görünür engellerin aşılabilmesi için kültürel asimilasyonun gerekliliği ortadaydı. Bunun bir sonucu olarak Birleşik Devletler’de önde gelen etnik problem azınlıkların asimilasyona direnmeleri değil, hâkim grubun asimile olmamışların asimilasyon taleplerine yeter hızda cevap vermemesi veya verememesidir.”
Tercümesi: Gettoda olmasalar daha iyi ama gettoda bile bulunsalar dışarıda geniş kültür, sanat, ekonomi ufukları vadeden bir dünya varsa, bu dünyaya girişin şartı bir an önce ana kültüre asimile olmaktır. Siz tersini yapar, oy almak gerektiğinde entegre olacak gruplara ait yüksek kültürler uydurur ve zamanın Başbakanı Davutoğlu’nun bir konuşmasında söylediği, “Türkmen’e Kürtçe konuşmak ne güzel de yakışır” gibi kendisinin bile inanmadığı laflar ederseniz, ayrılıkçılık yapmış olursunuz, birleştiricilik değil. Dünkü Fransız Cumhurbaşkanı Francois Hollande’ın veya bugünkü Macron’un Arap gettosuna gidip, “Bizim Fransızlara da Berberice konuşmak ne güzel yakışır…” dediğini düşünebiliyor musunuz? Herhalde adamı sağlık gerekçesiyle azledip psikiyatri kliniğine yatırırlardı.
Fransa bazen bize benzer
Entegrasyona mecburuz. Entegrasyonun alternatifi bölünmektir.
Peki nasıl? Bu nasılın kısmî cevabı, yine tersinden, geçen yazımda bahsettiğim Kenan Malik’in yazısında, Fransa incelenirken veriliyor.(4)
“2013’te gerçekleştirilen ve üzerinde çok konuşulan bir anket vardır. Anketi Fransız araştırma grubu Ipsos ve Institut d’ Études Politiques de Paris (Sciences Po diye de bilinir)’deki Centre de Recherches Politiques birlikte yaptılar. Anket, Fransız nüfusunun yüzde 50’sinin ülkenin ekonomide ve kültürde gerilemesinin kaçınılmazlığına inandığını gösteriyordu. Fransız demokrasisinin iyi işlediğini düşünenlerin sayısı üçte birin altındaydı ve yüzde 62 ‘çoğu’ siyasînin ‘yozlaşmış’ olduğu kanaatindeydi. Anketçilerin raporu parçalanmış, kabile hatları üzerinden bölünmüş, ana akım siyasetine yabancılaşmış, millî liderlerine güvenmeyen ve Müslümanlardan ikrah getirmiş bir Fransa’yı anlatıyordu. Raporun sonucuna göre Fransız toplumunu süren asıl duygu ‘korku’ idi.”
İşte, diyor Malik, kendi hakkındaki düşünceleri böyle olan bir cemiyet kimseyi entegre filan edemez. Kendini aşağılayan, kendini tanımayan bir millet başkalarına hiç mi hiç çekici gelmez. Fransa’nın önce etnik Fransızları- asırlar sonra yeniden- entegre etmesi gerekiyor. Acaba Türkiye de her şeyden önce etnik Türkleri mi Türkleştirmeli? İşin daha kötüsü Fransa, içinde bulunduğu psikoloji ile kendini tarif etmenin sağlıklı bir yolunu bulamıyor ve kendini öteki düşmanlığı üzerinden tarif etme kolaylığına kaçıyor. Bu öteki de sözde asimile edeceği Afrikalılar! Meselâ burkayı yasaklıyor… Bu tutum ve korkunun Fransızları değil ötekileri birleştireceği açıktır ve öyle de oluyor. Bir nevi tersine asimilasyon.
Entegrasyonun gerçekleşebilmesinin üç şartı
Malik entegrasyonun gerçekleşebilmesi için üç şart sayıyor:
1. Çeşitlilikle çok kültürlülüğün birbirinden ayrılması gerekir. Çeşitlilik yaşanan bir gerçektir. Çok kültürlülük ise bir siyasî süreçtir. Kültür farklılıklarının resmen tanınarak kurumsallaştırılmasından kaçınılmalıdır. Tercüme: TRT Kürdî ayrılıkçılığı teşviktir. Tarihî Türk düşmanlarının heykellerinin şehirlerin ortasına dikilmesi ayrılıkçılığı teşviktir. “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarının sökülmesi ayrılıkçılığı mükâfatlandırmaktır.
2. Renk körlüğü ile ırkçılığa karşı körlük birbirinden ayrılmalıdır. Herkese karşı eşit vatandaşlar olarak davranmak övgüye lâyıktır. Fakat ister “çok kültürlülük” gerekçesiyle, ister ırkçılıktan ötürü farklı davranırsanız vatandaşlığın bir anlamı kalmaz. Tercümesi: “Burada Kürt var, Türk var, Çerkez var, Laz var…” nutukları atmak -hangi niyetle yapılırsa yapılsın- ırkçılıktır. Ayrılıkçılığı teşviktir.
3. İnsanlar ve değerler ayrı şeylerdir. Tercümesi: Çeşitliliği seviyorsunuz ya… Size haberimiz var… Kürt diye tek tip insan yoktur. Bütün Kürtlerin başına bir eşkıya geçirirseniz onlara hürriyet vermiş olmazsınız, onları bir eşkıyaya teslim etmiş olursunuz. Alevi diye tek bir insan da yoktur. Onların başına bir kiliseye benzer bir teşkilât geçirirseniz onları mutlu ve hür yapmış olmazsınız, onları bir cins mafyaya teslim etmiş olursunuz.
(1) Meselâ: http://www.hri.org/news/turkey/trkpr/2002/02-10-10.trkpr.html (31.03.2016’da görüldü.)
(2) Walker Connor, “Nation building or nation destroying?”, World Politics, Cilt 24, Sayı 03, Nisan 1972, 319-355 sayfalar, http://journals.cambridge.org/action/displayAbstract?fromPage=online&aid=7545684 (01.04.2016’da görüldü.)
(3) Walker Connor’un notu: Devlet kurumları ve hizmetleri (özellikle okullar), gettolar üstü iletişim, medya, reklamlar ve seçimler gettoyu etkileyen dış güçlerden bazılarıdır.
(4) Kenan Malik, “The Failure of Multiculturalism- Community Versus Society in Europe “, Foreign Affairs, 94 2, Mart-Nisan 2015, sayfa 21-32.