Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
“Elli İlk Buluşma” başrollerini Drew Barrymore ile Adam Sandler’in, esas kız ve esas oğlan olarak paylaştıkları romantik, tatlı bir film. Drew Barrymore, amnezi hastasıdır. Kısa vadeli hafızası yerindedir. Gün içinde olan biteni hatırlar. Fakat hiç bir hatıra ertesi güne kalmaz. Âşık delikanlıya düşen, her sabah sevgilisinin aşkını yeniden kazanmak, onu kendine yeniden âşık etmektir.
Olayın tekniğine biraz bakayım dedim. Psikiyatride buna, anterograde amnezi deniyormuş. Kısa vadeli hafıza yerinde. Fakat kısa vadeli anıların ertesi gün de hatırlanmasını sağlamak için beynin bir ‘vakfetme’ işlemi gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu yapılamadığı veya vakfedilen hatıraların geri çağrılması mümkün olmadığında, her buluşma böyle ‘ilk buluşma’ olmaya mahkûm.
***
Çocukluğumun ve gençliğimin İzmir’inde 9 Eylül, tam anlamıyla millî bir bayramdı. Bundan neyi kastediyorum? Diğer bayramlarda genellikle öğrenciler organize edilerek yürütülür, asker geçer, günün ‘mânâ ve ehemmiyeti’ne dair nutuklar atılırdı. Resmigeçidi seyredenler de biz yürüyenler de eğlenirdik. O kadar.
Fakat 9 Eylül bambaşkaydı. Hatırladığım kadarıyla öğrenciler yürümezdi; esnaf yürürdü. Zaten resmî tatil de değildi. Fakat günler öncesinden çevre köy ve kasabalar şehre akar, oteller dolardı. Gece Basmane Meydanı’nda bir köşede kıvrılıp uyumak olağandı. Geçit törenine tek resmî katkı, süvarilerimizden gelirdi. Mızraklarının üstünde uçuşan al flamalar, Arnavut kaldırımına vuran nalların saçtığı kıvılcımlar aklımdadır... Fakat çocuk ruhumu asıl etkileyen, seyircilerin, kadın- erkek hemen bütün seyircilerin, süvariler geçerken ıslanan gözleriydi. Çünkü onlar, onlar değilse anneleri, babaları, işte bu süvarinin 9 Eylül sabahı kendilerini katliamdan kurtardığını, üç yıl, üç ay, üç hafta, üç gün süren aşağılanma ve işgale son verdiğini hatırlıyorlardı. (15 Mayıs 1919- 9 Eylül 1922).
***
Babaannemden 9 Eylül’ü çok dinledim. 7- 8 Eylül 1922 geceleri, Müslüman İzmir, Gâvur İzmir’den gelecek katliamı bekliyordu. Kadınlar ve çocuklar İkiçeşmelik’te, mahallede, nispeten en korunaklı evde toplanmıştı. Erkekler yoktu. Ya kurtarıcı ordudaydılar ya da silahlı direnişin bir parçasıydılar. Bu ikinciler, o birkaç gün ve gece bölünmüş şehrin iç sınırlarında, elde tüfek nöbetteydi. Kadınlar, 9 Eylül sabahı karşı tepelerden ‘karınca gibi’ askerin geldiğini gördüler. Babaannem ağlamaya başlamış. “Geliyorlar, bizi de kesecekler.” Hâlbuki gelen, Yüzbaşı Tatar Şerafettin Bey komutasındaki o süvarilerdir. Süvari Kolordusunun komutanı İşkodralı Fahrettin Paşa’nın, Başkomutan Selânikli Mustafa Kemal Paşa’nın süvarileri...
Mustafa Kafalı Hoca, tek başlarına bir destan olan o beş bin süvari için şu yorumu yapar: Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliği’nden gelen yüz binlerce, Kırım Hanlığı’ndan gelen on binlerce süvariden elimizde kala kala işte bu beş bin süvari kalmıştı... O kahraman kolordunun atlıları 25 Ağustos gün batımından itibaren, Yunanlıların, “buradan nasıl olsa geçilmez” diye tutmadıkları Ahır Dağındaki dere yatağından tek tek geçmeye başladı. Tamamı geçidin öbür ucundan çıktığında 26 Ağustos öğlen olmuştu. İşte o beş bin atlı, 26 Ağustos’tan 9 Eylül’e kadar düşmanın sırtındaydı. Düşmanı kâh çevirdi, kâh tepesine bindi ve birkaç güne kalmadı Akdeniz’e koşan Türk ordusunun önüne düştü. İzmir’i katliamdan kurtaran da o süvarilerdir.
Kadınlar süvarilere kovalarla su taşımışlardı, atları içsin diye. Fakat onlar öyle susuzdu, öyle bir hızla ve durup dinlenmeden at sürmüşlerdi ki ikram edenlerin şaşkın bakışları arasında kovaları kendi başlarına dikmişlerdi... Piyadenin günler değil, saatler sonra süvariye yetişmesi de bir başka hikâyedir.
Onlara İzmir yakınlarında durup emir beklemeleri emredilmişti. Çünkü müttefiklerin İzmir’de nasıl bir tertip aldıkları bilinmiyordu. Fakat hiçbir birlik durma emrine itaat etmemişti. Çünkü geçtikleri her kasabada her köyde Yunan’ın katliamını görmüşlerdi. İzmir’in aynı felakete uğramasını önlemek için süvari dörtnala, piyade koşar adım yetişmişti.
***
Şimdi çok değil, kırk yıl ileri sarıyoruz. İzmir Belediyesi, Şerafettin Bey Caddesi’nin ismini değiştiriyor. Doğduğum Cadde, ‘Ali Kocatepe Caddesi’ oluyor. Çocukluk arkadaşım Ali’nin başımın üstünde yeri var(1). Fakat Şerafettin Bey! O ve onlar olmasaydı ne Ali olurdu ne ben(2).
İşte bu tarih şuursuzluğudur. Toplumun amnezisidir.
***
‘Halk’ ile ‘millet’ arasındaki fark, tarih şuurudur. Halk, insan ömrüyle hatta nesil ömrüyle, taş çatlasa 20 yılla sınırlıdır. Tarih şuurudur ki halka, müşterek mirası, birliği anlatır. Milletdaşlara, asırlar, bin yıllar öncesinden akıp gelen ve gelecekteki bin yıllara doğru akıp giden büyük sevgi ve hatıra nehrinin bir damlası olduğunu hissettirir. Yalnız geçmişle bugünü birleştirmez. Yarınların düşünülmesini, planlanmasını sağlayan da tarih şuurudur. Halk asırlar öncesinden gelip asırlar sonrasına akmaz. Halk zaman boyutuna sahipse ve ancak o takdirde millet olur. Bir toplumdan halk adına büyük fedakârlık isteyemezsiniz. Millet adına isteyebilirsiniz. Millet hem dedelerdir hem torunlardır. Millet hem geçmiştir hem de gelecektir.
***
Çağdaş devletin, ortak yüksek dilden(3) sonra milletine ilk vermesi gereken donanım tarih şuurudur.
Tarih şuurunun, anlatılması basit ama verilmesi -Türkiye tecrübesinde açıkça gördüğümüz gibi- pek kolay değil. Hayret verici gerçek de şu: Tarih şuurunun önündeki en büyük engel, tarihi günlük politik siparişlere göre düzenleyebileceklerini sananlardır. Onların bilgisiz, bilinçsiz müdahaleleri millî birliğin, millî devletin önündeki büyük engellerden biridir.
Tarih şuurunun ne olduğunun güzel bir misalini, rahmetli Valimiz Rıza Akdemir’in bir sohbetinde yaşamıştım. Rıza Bey, Meşrutiyet dönemlerine ve bilhassa İttihat ve Terakki’ye meraklı amatör bir tarihçiydi. Bir gün yine o günlerin kahramanlarını bize keyifle anlatırken, bir ara gözleri daldı, “O insanlar buralarda dolaşırlar böyle...” deyiverdi. Yüksek ortak kültürün tarih bileşenine sahipseniz “etrafınızda o insanlar öyle dolaşırlar”. Sonra gördüm ki, ‘o insanlar’, rahmetli Yılmaz Öztuna’nın da -Allah uzun ömürler versin- Mustafa Kafalı’nın ve İlber Ortaylı’nın da etrafında dolaşmaktadır.
***
Patton filminde, General Patton, çekilen Alman Birliği’nin kaçarken terk ettiği bir askeri aracın üstündeki sedyeye ve yaralıya bakar: “Kaybediyorlar.” der. “Moskova’dan çekilirken de sedyeleri topların arkasına bağlamıştık.” Sözünü ettiği, Napolyon’un o tarihten 130 küsur yıl önce Moskova’dan çekilmesidir.
Tarih şuuru, bizim vermeye çalıştığımız gibi siyasî tarih öğreniminden ibaret değildir. Kusursuz süpermenlerle kara giysili kötü adamların hikâyesi de değildir. Sadece başarılardan, zaferlerden ibaret değildir. Zaferlerdir ama aynı zamanda yenilgilerdir. Başarılardır ama aynı zamanda felâketlerdir. Yalnız şan şeref değil aynı zamanda ıstıraptır, acıdır. Tarih şuuru bürokrasi değildir; insandır.
Fikir ve ülkü adamı Nihal Atsız, birinci sınıf bir tarihçiydi de. Şu satırlarla benim derdimi, benden iyi anlatmaktadır:
Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden birisi de gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerektir.
Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz. Çocuklar kendi edebiyatlarını, tarihlerini okurken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarlar, beğenirler, tenkid ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazan bütün o okunan cilt cilt kitaplardan akıllarda hiç bir şey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen de esasen odur (4).
Maalesef hiç birimiz böyle bir tarihi okumadık. Onun için amnezi içindeyiz. Kişiliğimizden emin değiliz; “Biz kimiz?” sorusuna cevap vermekte güçlük çekiyoruz.
(1) Benden iki yaş küçük Ali Kocatepe ve ikimizden de büyük amcasının oğlu ile Alsancak parklarında, günü sokak lambalarının ışığıyla da uzatıp uzun satranç müsabakaları yapardık. Satranç oynanmıyorsa bir mandolin eşliğinde o ikisi müzik yaparlardı. Genellikle Dede Efendi’den: Yine Bir Gülnihal, Erişti Nevbahar Eyyamı. Yıllar geçti ve Ali Kocatepe çok sevilen bir besteci ve müzik yapımcısı oldu.
(2) Seçim kampanyası sırasında bu isim değişikliğini yapan başkan, mahalledeki bir kahvede, yaşlılar tarafından hesaba çekildi. Savunması, “Bilmiyordum.” oldu. Değişikliği değil, Şerafettin Bey’in kimliğini bilmiyormuş. ‘Özrü kabahatinden büyük’ sözü böyle olaylar için icat edilmiş olmalı. Hiç olmazsa belediye başkanlarımızın okuryazarlığına dikkat etmeliyiz. / Bu satırları yazdıktan birkaç yıl sonra, caddemizin eski isminin iade edildiğini öğrendim.
(3) Ortak yüksek kültür, ortak yüksek dil gibi kavramlar için “Türk’üm Özür Dilerim” (Bilge Kültür Sanat, 2013) kitabımın “Ortak Yüksek Kültür” bölümüne bakınız.
(4) Nihal Atsız, “Türk Tarihinde Meseleler”, Afşın Yayınları, Ankara, 1966. Sayfa: 84.