Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Önemli olayların ardından yayıncılar o konunun peşine düşer. Editörlerim nezaketlerinden bir şey söylemediler ama içlerinden, ah seçimi yazsa diyorlardır.
Yazayım.
İnsanlar ya seçim hilelerine dair komplo teorileri, gulyabani hikâyeleri anlatıyor yahut seçime kadar toz kondurmadıkları partilerine, hah şimdi atış serbest deyip girişiyorlar. Devlet imkânlarının iktidardaki parti ve onun adayı için seferber edildiği, kamu hizmeti veren, vergilerimizle çalışan kuruluşların pervasızca alet edildiği, muhaliflerin açıkça tehdit edilip hain ilân edildikleri ortamda gulyabani hikâyeleri aramak abestir. Gulyabani saklı-gizli değil ki. Yıllardır karşınızda dikilip duruyor. Her televizyonu açtığınızda yüzünüze küfrediyor. Siz daha komplo arıyorsunuz! Komplo Ergenekon’du, Balyoz’du, çalınan soru, tayin edilen hâkim, savcı, rektör, müdürdü. Komplo vazifesini tamamladı, hedefine vardı. Hedefine varmış komploya komplo denmez, emri vaki denir; yapan da size, “Hadi” der, “Şimdi fiilî durumu kanun yapalım.”
Fikir değil hakaret ve rüşvet!
Yetmiş küsur yaşındayım. Çok seçim, çok seçim propagandası, çok parti ve politika stratejisi gördüm. Bence bu seçimin -ve son on yıldaki seçimlerin- en çarpıcı tarafı, bütün partilerin birbirinin kopyası gibi konuşmasıydı. Olumsuz bir şey mi söyleyecekler, karşı taraf teröristti, FETÖ’cüydü. Geçen referandumda liderimiz bütün muhalefeti, yani halkın yarısını terörist ilân etmişti. Son başbakan da bu sefer orijinal olsun diye hain ilân etti. Bazen TV’ye çıkıp açık konuştular, “Küfür tek millettir, AKP’ye oy vermeyen kâfirdir!” Muhatapları da “FETÖ’cü olduğumu ispat edemezsen şerefsizsin!” gibi cevaplar verdi. Şerefin modası geçmiş olmalı ki; pek umursanmadı.
Bunlar olumsuz propaganda. Peki olumlusu?
Ben bin beş yüz lira vereceğim; yetmez ben iki bin beş yüz! Devletin vergi koymaya doyamadığı mallarda şimdi geri vitese takılacak, fiyatları azalacaktı: Ben mazotu bir buçuk yapacağım, ben bir lira. Az kaldı mazot alana üstüne para vereceklerdi. Anlaşılan vergi gelirlerinden vaz geçip giderleri arttıracaklardı. Yılların yanlış yatırım politikaları ve savrukluğu sonucunda tepemizde, ‘kara bulutlar dolaşırken’ bu son bonkörlük bize enflasyon ve kriz olarak dönecek. Biz de ‘dış güçler’ deyip kahraman olacağız.
Bir fikrimiz var da şimdi sırası değil
Fakat asıl anlatmak istediğim başka: Partilerin söylediklerini bir kâğıda yazıp rastgele birine gösterseniz ve sorsanız, bilin bakalım bunlar hangi partinin… İnsanlar cevap vermekte zorlanacaktır. Hepsi aynı şeyleri söyledi ve hepsinin söylediği yanlıştı. İktidar yanlısı olsun karşıtı olsun her parti bir küçük AKP, her lider bir küçük RTE idi sanki! Tek istisna, Meral Akşener’in TV programlarındaki açıklığı ve başarısıydı. Fakat sadece TV programlarında… Aynı başarı mitinglere yansımıyordu. Meydanlarda RTE her cümlenin ilk kelimesini vurgularken, o son hecesini uzatıyordu.
Gençler hatırlamaz, bir zamanlar bir ‘Osmanlı Bankası’ vardı. Reklâmı namusluydu: “Yok aslında bir birimizden farkımız, fakat biz, Osmanlı Bankasıyız.” Gerçekten bankalar kanunu öyle emredicidir ki bankaların prosedürde birbirinden farkı yoktu.
Artık Osmanlı Bankası yok. Darısı diğer yalancı Osmanlıların başına. Osmanlı Mecisi’nde Yorgo Boşo’nun, “Ben Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım.” sözü tarihe geçti. Osmanlı Bankası aslında bir İngiliz-Fransız (Rotchild) ortaklığıydı.
Televizyon yokken maçları radyodan dinlerdik. Yabancılarla oynuyorsak, spikerin takım adını söylemesine gerek yoktu. Bizimkiler Ahmet, Metin, Arif falandı. Öbürleri de Corc, Havkins, Lumumba ve her neyse. Artık takımlarımız da birer Osmanlı Bankası. Oyuncu isimlerinden anlayamazsınız. Siyasette de partilerin sözlerinden kimlikleri belli olmuyor. Duyup görmek lâzım, “Eyyyy” diyor mu, demiyor mu? Eliyle sürekli beddua mimiği yapıyor mu, yapmıyor mu?
Peki, sen kimsin?
Gerçekten, hemen bütün partilerimiz birbirinin benzeri konuştular. Sen FETÖ’cüsün, ben değilim. Ben senden çok vereceğim. Peki, sen kimsin arkadaş? Senin kimliğin nedir? Fikrin, farkın nedir? Farkın yoksa niçin siyasî partisin?
Bir zamanlar Türkiye’de meselâ bir MHP vardı. Onun doktrini dokuz maddede özetlenmiş, ismine de Dokuz Işık denmişti. Bir zamanlar Türkiye’de bir CHP vardı, Doğa Kanunları’ndan bahsederdi, “Toprak işleyenin, su kullananın” falan derdi. Bunlar yanlıştı, doğruydu; başka mesele ama partiler ciddî şeyler söylerlerdi. Fikirleri vardı. Politikaları vardı.
Değişmeyecek değerleri, uzun vadeli stratejileri, kısa vadeli taktikleri ve bunları özetleyen doktrinleri vardı.
Liderler, birlikte televizyona çıkarlar, karşılıklı oturur, halka tezlerini anlatırlar, birbirleriyle konuşur, tartışırlardı.
“Sen kim oluyon lan? Sen bittin oğlum, sen bittin! Sen benim seviyemde misin ülen!” gibi ölçüsüzlükler yoktu. Bir zamanların İstanbul’unun Kasımpaşa’sının, İzmir’in Eşrefpaşa’sının külhanbeyi ağzıyla değil; medeni insan gibi konuşurlardı. Heeyt demeden. El-kol hareketi yapmadan...
Rahmetli Demirel’in, Erbakan’ın, Türkeş’in açık oturumlarını, karşılıklı tartışmalarını YouTube’da bulabilirsiniz. Bulun ve dinleyin. Sonra da bugünle! Hâlihazır demokrasi ise o günkü değildi; o demokrasi idiyse bugünkü değil.
MİSAK’ta analiz
27 Haziran 2018 günü Millî Strateji Araştırma Kurulu’nun seçim değerlendirmesinde de tam bu unsurlar öne çıkarıldı.
Medyanın, özellikle anayasa ve kanunlarla tarafsızlığı hükme bağlanan TRT, AA gibi medya kuruluşlarının iktidar partisinin aletleri gibi çalıştığı aşikârdı. Bu o kadar açıktı ki bir daha dillendirmeye gerek bile duyulmadı. Fakat muhalefet üzerine estirilen terörün ilçe, mahalle hatta belediye zabıtası seviyesine kadar indiğini hepimiz bilmiyorduk; öğrendik.
Birkaç istasyon ve birkaç gazete hâriç bir zamanların büyük medyası önce sindirilmiş, ardından satın alınmıştı. Mecazen değil, yandaşlara açılan hem de devlet bankaları kredileriyle basbayağı satın alınmıştı. Muhalefetin nefes borusu İnternet ve sosyal medyaya da ‘zehirli’ deniyordu. Herhalde yakında bu ‘zehir’ kaynağının hesabını görmek ilk hedeflerden biridir. Kuzey Kore, Kongo gibi kıskanılan devletler böyle yapmıyor mu!
Partide demokrasi yoksa ülkede olur mu?
Muhalefetin problemi ise birçok konuda iktidarın küçük kopyaları gibi davranmasıydı. Kendi içlerinde demokrasi bulunmayan partiler, devleti nasıl daha demokratik hâle getirecekti? O zaman demokrasi lehine bir değişim değil, sadece diktatörlerin nöbet değişimini mi arıyorduk?
Merkez taşraya, al sana aday, o bize çok para verdi, al bunun kampanyasını yap dendiğinde, taşra gönülsüzlüğe, çalışmayıp çalışır gibi görünmeğe kayıyordu. Bu hikâyeler kulağıma geldiğinde Benjamin Franklin’in elli dolar üstündeki resminin altına “Türk siyasetinin önde gelen kanaat önderi” yazıp sosyal medyada paylaşmıştım.
Fikirsiz zikir: Milliyetçiyiz ama kimse duymasın!
İktidar, saldırmayı, ithamı ve kendini mazlum gibi göstermeyi öne çıkarıyordu; kabul. Peki, muhalefet ne kadar farklıydı?
Evet, rakip partiler tenkit edilmeliydi edilmesine de önce her parti kendi fikrini anlatmalıydı. Bir arkadaşımızın dediği gibi, “Merkezde fikir olmayınca taşrada zikir olmaz- genel kanaat olmadan yerel kanaat olmaz.” idi. Maşallah bütün partilerimiz milliyetçi idi ama bu milliyetçiliğin içeriğinden bahsetmemeyi, hele milletin adını pek anmamayı tercih ediyorlardı. Milliyetçiydiler ama bunun ne menem şey olduğu ve neyin milliyetçiliği olduğu pek belli değildi.
Soruldu: Herkes milliyetçi olduğuna, Türkiye’de milliyetçilik hâkim duygu ve fikir olduğuna göre milliyetçi söylemden niçin bu kadar çekinilmektedir? Milliyetçilik merkezde konumlanmaya engel midir? Yoksa unutturulmaya, vazgeçirilmeye çalışılan kimliğin kendisi miydi? Daha da vahimi bunun sebebi neydi, bu bir proje miydi?
Arkadaşımız nakletti: Bir siyasî açık açık söylemiş, “Milletin istediğini yapalım; Atatürkçülük yapmayalım!” Bu, “AKP’nin tıpkısı olalım”ın başka şekilde ifadesinden ibarettir ve aslında milletin istediğiyle de ilgisi yoktur. Peki, siz onun gibi olacaksanız, aslı varken insanlar niçin taklidine oy versin? Size gerek var mı?
Fikir ve demokrasi aksaklığını bir arkadaşımız birkaç kısa cümleyle açıkladı: Seçim parayla değil, gönüllü teşkilâtla kazanılır. Fikirden çekinmeyiniz. Teşkilâtınız heyecanlı ise, gönüllü ise o ihtiyacı olan parayı bulur, buluşturur. Ama önce söyleyin; siz kimsiniz?
Maalesef İyi Parti’nin “Yüzünü güneşe dön”ü bir zamanların MHP’sinin “Ses ver!” sloganından belki bir çıt daha anlamlıydı; yani pek anlamlı değildi. Gerçi Azerbaycan Türkçesi’nde ‘ses’ oy demektir ama seçim Türkiye’de yapılıyordu. Kaldı ki “Oy ver!” de tez ifade eden bir slogan değildir.
Siyasilerin ahlâkı-toplumun ahlâkı
Birden fazla arkadaşımız, Türkiye’nin bu çizdiğimiz tuhaf tablosunun sadece siyasî partilerin işi olmadığını, son yirmi yılda seçmenin de siyasî partilerde gördüğü ahlâkı benimsediğini anlattı. 22 milyonun sosyal yardıma baktığı bir ülke! Milyonlarca insanın, layık oldukları, işi bildikleri için değil, ‘bizim adam’ oldukları için, partilimiz oldukları için memur ve yetkili olduğu bir ülke. Ve her geçen gün, biraz daha zor yönetilen, biraz daha zor yürüyen, yürüyemeyen, üretemeyen bir ülke. İnsanların başarıyı öğrenmede, teşebbüste, gayrette değil, siyasî ilişkilerde aradığı bir ülke.
Din kalmadı, milliyetçilik verelim
Bu ülke bu hâle dinbaz söylemlerle geldi. Bu gelişin de ülkede din anlayışını bitirdiği her gün biraz daha belirginleşiyor. Ya şimdi? Şimdi aynı işler bu sefer milliyetçilik adına yapılmaya başlandı. Şimdi asıl tehlike, asıl tükeniş, bir daha ağza alınmama tehlikesi şimdi milliyetçiliğin kapısını çalıyor. Dincilikle hırsızlık, dincilikle adam kayırmacılık din anlayışını nasıl bitirmişse milliyetçilikle hırsızlık, milliyetçilikle adam kayırmacılık da milliyetçiliğin sonunu getirir.
Hani bir karikatür dolaşıyor: İki hırsız bir kasayı soyarken biri soruyor: Önce maymuncuğu mu, kolu mu çekeyim? Arkadaşı cevap veriyor: Besmele çek, besmele! Birkaç yıl sonra arkadaşı, “Bozkurt çek, bozkurt!” der mi?
Çare: Tarafsız analiz
Değerlendirme toplantımız bir somut teklifle bitti. Partiler neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarını kendi dışlarından tarafsız, bilime dayanan gruplara inceletmeli. Bu değerlendirmenin kendi içlerinde yapılması doğru değildir. İcraatın içindeki insanlar tarafsız olamazlar. Bu önemli ve elzem çalışma maksadı dışına çıkar; karşılıklı ithamlara ve kavgaya dönüşür. İsim zikretmeden doğruların ve yanlışların, imajın, sloganın ve her şeyden önce fikrin mercek altına alındığı bir çalışma gerekir. Bunu parti dışından bilim adamları yapmalıdır. Bir sonraki adımda, güvenilir verilerden hareketle “Ne yapmalı?” sorusu cevaplandırılmalıdır.
Milli Strateji Araştırma Kurulu, MİSAK’ın 27 Haziran 2018 toplantısı kendi “Ne yapmalı?”sı üzerinde yoğun çalışma yapma kararıyla son buldu.