Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Bir gaye ile çıkılan yollar için kurduğum “hayırlı olsun, niyetine göre akıbeti olsun” cümlelerime, dualar ekleyeceğim bu defa. Zira Millî Devlet gazetesinin böyle bir dönemde çok mühim bir vazife üstlendiğine can-ı gönülden inanıyorum. Bu vazife, hal-i pür melalimizi ifade etmek için “kutuplaşma” kelimesini kullanamayacağım kadar sert ve keskin çatışmaların gerçekleştiği bir ortamda, gün geçtikçe kaybettiğimiz “tahammül” duygumuzu hatırlatacak belki de. Kim bilir, belki de istişare ederken istifade etmenin, ikna etmeye çalışırken incitmemenin, nezaketin tenkitin gücünü zedelemediğinin, aksine daha da kuvvetlendirdiğinin bir örneğini teşkil edecek. Belki de şu meşhur sözü tatbik etmek noktasında bir katkı sağlayacak bizlere: “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar.”
Fikrî çatışmaların, hakikati bulmaya vesile olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz? Hakikati bulmak için bırakınız bir başkasını, kendi zihnimizde bile onlarca, yüzlerce fikre cenk ettirdiğimiz, nefsimizle çetin mücadeleler verdiğimiz de hakikatlerden biri değil mi? Kendisiyle dahi nice mücadelelere, nice harplere giren insanoğlunun bir başkasıyla mücadeleye girmesini kim yadırgayabilir? Bu mücadeleden korkanın, hakikati bulmaya dair bir derdi olduğuna kim inanabilir? İşte tam da burada hatırlayacağımız bir mesele var. Mücadelelerimizde ve hatta harplerimizde hakkaniyetli, vicdanlı ve ahlâklı davranmak… Fikrî çatışmaları bir boks ringine çevirecek iptidailikten uzak kalmak… Ve mutlaka gönlümüzü katılaştıracak kadar sevgiden, muhabbetten yana nasipsiz olmamak…
Belki şu satırları okuyanın aklına cüssesi küçük, yüreği cüssesinden kat kat büyük olan Galip Erdem gelmiştir. Ne çok sitem ederdi sevgisizliğimize. Ne çok dua ederdi, sevgiden nasiplenelim, nefsimizle harp ederken davamızı nefsimize kurban etmeyelim diye. Rahmetli Galip Erdem’in Zafer gazetesindeki ‘Bayram Duası’ adlı yazısında Mevlâ’ya nasıl yakardığını hatırlar mısınız?
‘‘Bize dostluğu öğret, nefsimizi yenmenin sırlarını öğret; iyi görünmenin yetmediğini; iyi olmanın yollarını öğret.’’
O, dilimizden düşürmediğimiz davamızın icaplarını da hatırlatırdı bizlere… Kanaatim odur ki, ilkin kendi nefsine söylerdi her cümlesini. Kendi nefsini terbiye ettiğinden, sözlerinde de sevgisinde de, sitemlerinde de ölçülü ve samimiydi. Öyle olduğu için de, küsülecek şey çoktu ama küsmek yoktu onun lügatinde…
‘‘Büyük bir davaya bağlanan, mukaddes bir inancı paylaşan ve mübarek bir mefkûreye gönül verenler, başarılı olabilmek için en fazla neye muhtaçtırlar? Maddî imkâna mı, bilgiye mi, çalışmaya mı, disipline mi? Bana göre başarılı olabilmek için saydıklarımın hepsi gereklidir. Ama hiçbiri yeterli değildir. Gerekli bütün şartların ötesinde ve üstünde, başarının temel şartı birbirimizi sevmektir. Her şeyden önce sevmeyi öğrenmek mecburiyetindeyiz. Davamızı, inancımızı ve mefkûremizi sevmek elbette önemlidir, ama güç değildir. Çünkü davaların, inançların ve mefkûrelerin dilleri yoktur, konuşamazlar; ihtiyaçları yoktur, istemezler; ihtirasları yoktur, çekişmezler. Mücerredi sevmek bir bakıma rahatlıktır. Zor olan, nefsimize ağır gelen müşahhası, dostlarımızı, müşterek değerler etrafında birleştiklerini sevmektir.
Büyük davalar büyük fedakârlıklar ister. Dünyada her türlü fedakârlığın yegâne kaynağı sevgidir. Yalnız, lütfen dikkat edilsin, bir tiyatro sahnesinde imiş gibi, oyunu en güzel şekilde oynamak ve en fazla alkışı toplamak için yapılan gösterilerden değil, gerçek sevgiden, yaşanan bir duygudan söz ediyorum.’’
Kutlu bir davadır bizimki… İliğimize dek hissederiz, biliriz. Lâkin şu nefsimizle baş etme iradesini göstermek ve her daim uyanık olmak mecburiyetinde olduğumuzu bazen aklımızdan çıkarıveririz. Beşer-şaşar diye diye siper ederiz aciz bahaneleri kendimize. Esas tezat da buradadır işte! Böylesine büyük bir davayı gün yüzü görmeden çekmeye razı olanlar, çilesine de cefasına da mukaddesatın hürmetine ‘hamdolsun’ diyecek yürekte olanlar, menfaatleri uğruna her türlü değeri ayaklar altına alanlarla her alanda savaşacak cesarette olan yiğit insanlar, nasıl olur da birbirini sevmekte bu kadar tökezler? Nasıl olur da nefsine köle olmuşlarla mücadeleye talipken, nefislerinin onlara fısıldadığı sevgisizliğe yenilirler?
Sevgisizlik dediysem, elbette idraksiz, teslimiyetçi, prensipsiz bir sevgi değil kastım. İçinde şahsiyet olan, içinde vicdan olan, içinde ortak bir ideale kavuşma ateşi yanan bir sevgiden bahsediyorum. Birbirimizin yanlışını söylerken, nefsimizin ayaklanmasına direnecek bir sevgiden; dostun yanlışını alkışlamayacak kadar ahlâkî, düşman olup da doğruyu inkâr etmeyecek kadar vicdanî bir sevgiden bahsediyorum…
İşte tam da bu noktada, bu gazetede birçok farklı fikirdeki insanın bir araya gelmesini çok kıymetli sayıyorum. Ümit ederim ki, Millî Devlet gazetesi epeydir hakkını veremediğimiz istişare kültürümüzü canlandırır. Ümit ederim ki birbirimizin yollarına değil, savunduğumuz fikirlerimizin altına sağlam taşlar koymanın ehemmiyetini hatırlatır... Ve yine ümit ederim ki, çokça kişi burada yer alacak yazarların fikirlerinden istifade eder; o kelâmlar gönüllerde, ruhlarda, zihinlerde bir yerlere değer…
Milli Devlet gazetesinin ilk sayısındaki sözlerimi umutlara ayırdım. “Niyet hayır, akıbet de hayır olur inşallah” diyerek, besmele çektim bir nevi. Bundan sonraki sözlerime şer karışmasın diye, kendime çizdiğim hudut niyetineydi… Zira bilirim ki, bir besmelenin ardına şer söz koymak adapsızlıktır Hakk’a da, hakikate de…