Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
Ekonomik saikler deyince tabiî olarak bunlar arasında en ehemmiyetli ve hatta birçok Ortadoğu ülkesi için yegâne olan faktör petroldür. Biliyoruz ki petrol, hem kara hem hava ulaştırma araçları için en kullanışlı enerji kaynağıdır. Petrolün yanında tabiî gaz da, yine Ortadoğu ülkelerince bol miktarda üretilen bir başka enerji kaynağıdır.
Petrolün devletlerin ekonomik hayatındaki rolünün ortaya çıkışı 1870’e rastlar. Rusların Ostatki dediği, gaz yağının rafine edilmesinden meydana gelen yan mahsul, ilk defa başarıyla bu tarihte Hazar Denizi’nde seyreden gemilerde yakıt olarak kullanılmıştır. İhtiyaçtan ötürü Rusya İngiltere’den petrol ithal etmek zorunda kalmıştı. Ama bu çok masraflı oluyordu. Ayrıca imparatorluğun birçok bölgesinde kereste çok azdı ve tahta ihtiyacı büyüktü. Bu sebeple yeni Trans-Sibirya demiryolu yakıt olarak kömür veya odundan vazgeçip petrol yakıtı kullanmaya başladı.
Bundan sonra Ortadoğu’da petrol arama faaliyetleri günden güne hızlanacak ve petrol bulundukça da bölge üzerindeki hesaplaşmalar ve saflaşmalar artacak, keskinleşecekti. Artık Avrupa, Amerika ve Sovyetler Birliği, Ortadoğu’daki her hadiseyi (dinî, mezhebi, millî ve siyasî) bölgeye müdahale etmek için bahane olarak kullanacaklardı.
Bölgedeki petrol zenginliği daha 20. asrın ilk çeyreğinde I. Dünya Harbi sırasında Avrupa devletlerinin dikkatini çekmiş ve 1916’da İngiltere ve Fransa arasındaki antlaşmalarda Musul bölgesi Fransa’nın nüfuz alanı olarak kabul edilmişti. Ancak İngiltere, Musul’un petrol zenginliğini gözden çıkaramamış ve 1920’deki San Remo Konferansı’nda Musul bölgesini kendi nüfuz alanı olarak kabul ettirmişti. İşte, Amerika’nın bu erken tarihlerde İngiltere’nin siyasî-ekonomik hesaplarla Ortadoğu’da yaptığı bu düzenlemeyi yeniden, kendi eliyle ve kendi hesabına yapması bölgenin bu zenginliği sebebiyleydi. Dolayısıyla da bölgede darbeler, ihtilâller, iç karışıklıklar ve gerek bölge devletleri arasında gerekse devletlerin kendi içlerindeki savaşlar hiç eksik olmadan bugüne kadar geldi. Bölgenin tarihî, kültürel ve ekonomik yönden aşağı yukarı da birbirine benzer toplumlardan meydana gelmesi sebebiyle, kaderleri de birbirine benzedi. Nitekim bu hususa Kemal Karpat da dikkat çeker ve “Genel olarak, Cezayir devrimi hariç olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 1908-1970 yılları arasındaki devrimlerin, meydana geldikleri ülkeler dikkate alınmaksızın birbirlerine benzedikleri söylenebilir. Bu devrimler aktörleri, amaçları ve ideolojileri açısından incelenecek olursa benzerlik apaçık bir hale gelir.” dedikten sonra, aktörlerin yani devrimci önderlerin değişmez bir biçimde askerî bürokrasi ve aydınlar grubuna, yani sayısal olarak sürekli şekilde büyüyen bir modernleşmeci seçkinler grubuna ait olduğunu, bu önderlerin başlıca amacı özel hükümet hizmetleri için memur yetiştirmek gayesiyle kurulmuş bulunan çağdaş meslek okullarında eğitilmiş olduklarını söyler. Yine bu devrimci önderlerin ideolojik olarak yalnızca yabancı hâkimiyetini değil, aynı zamanda kendi ülkelerindeki kentli, zengin ticarî grupların ve aşiretlerin ya da toprak sahibi ailelerin üstünlüğünü de reddettiklerinin söylenebileceği görüşündedir.
Uzun yıllar Avrupa devletlerinin sömürgesi olarak kalmış olan Ortadoğu toplumları (Suudi Arabistan hariç) yaşadıkları travmanın etkisiyle olmalı ki, bağımsızlıklarını kazandıkları yıllardan itibaren Sovyetler Birliği yanlısı olmuşlardır. Bugün de sempatileri Amerika ve Avrupa’dan daha çok Rusya’yadır. Tabi ki bunca muhalifinin bulunması, Amerika’nın da İsrail’i bir müttefik olarak yanında tutması ve onu kayıtsız şartsız desteklemesi -Amerika’da güçlü bir Yahudi lobisi bulunması dışında- ikinci mühim faktördür.
20. asrın başlarından beri Avrupa’nın ve bilhassa Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahale etmelerinin sebebinin esas olarak ekonomik olmasına karşılık, Ortadoğu toplumlarının kendi aralarındaki çekişmelerin sebebi evvela dinî, mezhebi ve sonra da siyasîdir. İşte Ortadoğu toplumlarının kendi aralarındaki bu bitmez tükenmez çekişmeleri de Avrupa ülkeleri ve Amerika kendi ekonomik hedefleri yönünde manipüle etmekte ve kullanmaktadır. Tabi ki Amerika’nın yukarıda zikrettiğimiz gibi bu meselede tesirinde kaldığı birtakım dinî saikler de vardır ki daha önceki yazıda bundan bahsetmiştim.
Amerika’nın petrol üzerinden Ortadoğu’yu kontrol ve dizayn etme stratejisinde en büyük desteği tabiî olarak İsrail’dir. İsrail’i güçlü tutarak, onları Araplar üzerinde daimî bir tehdit unsuru olarak kullanmak, gelirlerinin mühim bir kısmını silahlanmaya ayırmalarını sağlayarak onların gelişme ve sanayileşme yönünde ilerlemelerinin önüne geçmek ve hemen hemen tamamen petrole bağımlı hale getirmek de bu stratejinin bir parçasıdır. Chicago Üniversitesi’nden J.Mearsheimer ve Harvard Üniversitesi’nden Stephen M. Walt’ın da belirttikleri gibi İsrail, 1976’dan beri en fazla doğrudan yıllık ekonomik ve askerî yardım alan ve II. Dünya Savaşı’ndan beri de toplamda en fazla yardım alan ülke oldu. ABD’nin İsrail’e doğrudan sağladığı toplam yardım 2003 yılı dolar fiyatlarına göre 140 milyar doları aştı. İsrail her yıl yaklaşık olarak 3 milyar dolar doğrudan dış yardım alıyor, bu da yaklaşık olarak ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturuyor. Yani ABD, her bir İsrailli başına yıllık 500 dolar değerinde yardım sağlıyor. Yine aynı yazarların verdikleri bilgiye göre, Washington İsrail’e yoğun bir diplomatik destek de sunmaktadır. 1982’den beri ABD, İsrail’i eleştiren BM Güvenlik Konseyi’ne ait otuz iki kararı veto etti ve bu karar, diğer tüm güvenlik konseyi üyelerinin kullandığı vetoların toplam sayısından daha fazladır. ABD, Arap devletlerinin İsrail’in nükleer silâh cephaneliğini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) gündemine taşıma çabalarını da engellemektedir. Yani Amerika, İsrail’e askerî, siyasî, nakdî destek sağlayarak onu Ortadoğu’da üstün ve güçlü durumda tuttuğu gibi, İsrail açısından tehlike arz edecek güçlü ve zengin devletlerin teşekkülünü engellemek için de müdahale etmektedir. Bu müdahaleyi bazen o ülkedeki taraftarları veya rejim muhalifleri vasıtasıyla, bazen de bizzat kendisi yapmaktadır.