Konuk Kalemler

Tüm yazıları
...

Doğu Türkistan’dan Haber Var

Okan Balkan

Birkaç yıl önce ülkemizde üniversite okuyan Doğu Türkistanlı bir arkadaşımız -hocamızın da isteğiyle- Çin işgâli altındaki atayurtta yaşananlarla ilgili bilgi verme amaçlı kısa bir konuşma yapmıştı. Dinlediklerimiz insanın kanını donduran cinstendi. Sonradan bu arkadaşımızın telefon ekran fotoğrafındakinin de uzun zamandır görmediği, memlekette olduğu için de endişeyle burnunda tüten biricik evladı olduğunu öğrendiğimizde bizim de burnumuzun direği sızladı.

Mehmet Levent Kaya, 2012 yılında Sibece öğrenmek amacıyla gittiği Doğu Türkistan’ın Gulca şehrinde Pedagoji Üniversitesinde okurken Facebook gibi sosyal medya unsurları Çin yönetimi tarafından yasaklı olduğu için günlük gözlemlerini, yaşadıklarını hatta ruh halini berrak bir şekilde arkadaşlarına e-posta yoluyla ulaştırmış. Sonraki yıllarda bölgedeki baskı had safhada olduğundan ve Türkiye’deki bazı kesimlerin iletişimsizlikten faydalanarak dezenformatif faaliyetlerinden dolayı Kaya, gerçeğe dayalı bilgileri kamuoyuna sunmak amacıyla bu elektronik postaları kitaplaştırmış. Böylece ortaya elli beş haberden oluşan “Doğu Türkistan’dan Haber Var-Gulca Gözlemleri” adlı eser ortaya çıkmış.

Yazar, haberleri kronolojik olarak sıralamadan önce giriş bölümünde Doğu Türkistan coğrafyasının kısa tarihi sürecini vererek günümüzdeki uygulamaların alt yapısının niçin yasa dışı olduğunu göstermeye çalışmış. Bu çok yerinde olmuş. Zira ülkemizde hala Doğu Türkistan neresi, ülke mi, bölge mi, Çin’in eyaleti mi (!), vb. soruların sorulduğu yerde birkaç sayfalık da olsa bu tip bir girişe ihtiyaç olduğu gayet açık. Bu mukaddimeden sonra her biri dört sayfayı geçmeyen postalarını aktaran yazar, o günlerde aklında bunları yayımlama fikri olmadığı için belki de işsizlik ve maddi sıkıntının etkisiyle ruhundaki buhranları oldukça samimi şekilde paylaşmış. Eşekten düşenin halinden, eşekten düşen anlar. Dört yıldır bazen ücretli çalışıp bazen fındık bahçelerinde bazense ahırda ömür tüketen, kısa-orta vadeli planları suya düşmüş biri olarak bu halet-i ruhiyeyi iyi bilirim. Otuzuncu haberin sonunda bu bunalım kendini gösteriyor: “Bolca paraya, hayatımı ve onun üzerine evimi kurmaya, çoluk çocuk sahibi herhangi bir Türk vatandaşı olmaya ve insan gibi yaşamaya ihtiyacım var.” (s.74).

Üniversite çevresi sayesinde Kazak Türk’ü, Uygur Türk’ü, Rus, İngiliz gibi çeşitli arkadaşlara sahip olan yazar, onlar hakkında izlenimlerini de aktarır. Aynı evde kaldığı uçarı Kazak gençten şikâyetçidir ancak hesapsız genelleme yapıp bunu tüm Kazaklara mal etmez. Bölgede yaşayan Uygurlar’da ise tam Türkiye hayranlığı görür. Hemen hepsinin amacı taşı toprağı altın (!) İstanbul’a kapağı atıp nefes aldırmayan Çin boyunduruğundan kurtulmaktır. Ne yazık ki kimsede yurdunda kalıp, sayıları Taklamakan Çölü’ndeki kum taneleri kadar da olsa, Çinlilerle mücadele etme azmi yoktur. Yazar bunu meşhur Gulca isyanından sonra iyice artan baskılara yorar. (s.37) Yine ne hazindir ki büyük ve güçlü görüp hayranlıkla baktıkları Türkiye’nin de konuyla ilgili resmî bir politikası bulunmuyor. Uygurlar, topraklarıyla birlikte tarihî kişiliklerini de kaybetmeye başlamış. Kazakistan, Kaşgarlı Mahmud’u Kırgızistan ise Yusuf Has Hacib’i kendi soylarının parçası; hatta Kazaklar direkt soylarının kurucusu olarak addetmeye başlamış. Aynı dalın budakları olan bu toplulukların, Sovyet emperyalizmi yüzünden birbirlerini tüketmelerini izlemek gerçekten korkunç. (s.38)

Ülkemizde bürokrasinin yavaşlığından şikâyet ederiz ama bu konuda Çin’in eline kimse su dökemez. Vize, izin kâğıdı gibi konularda haftalarca bekletilen yazar, para çekmeye gittiğinde imzasının zaten kâğıtta bulunmasına rağmen görevlinin inatla adını tekrar yazmasını istemesine şaşırır. Yine de bu soğuk görevliye kızmaz çünkü Çin’de kimse inisiyatif alamaz, herkes sorumluluktan korkar ve en basit işi bile robot sadakatiyle yapmaya özen gösterir. (s.106) Baskı ve gözetim o kadar yoğundur ki Türkçe, Moğolca, Mançuca gibi diller bilen yazarımızdan Çin polisi, -muhtemelen ajan olduğu paranoyasıyla- yedi yaşından itibaren hayat hikâyesini yazmasını ister.

Yine bir arkadaşının anlattığına göre Urumçi’de bir Uygur genç, grafik tasarımcısı olarak çalıştığı yerde kendi bilgisayarından bir dostuna Doğu Türkistan bayrağını gönderdikten yalnızca on dakika sonra polisler tarafından tutuklanır. (s.109) Bu örnek bile internet sitelerinin dahi Çin hükümetine muhbirlik ettiğini ve Facebook gibi sosyal medya şirketlerinin neden yasak olduğunu göstermek için yeterli duruyor. Zavallı maymunların canlı canlı kafatasını üstten açıp çeşitli yeşillikler ve sirke doldurarak yiyen Çinlilerin mutfak kültürüne (!) Çin virüsüyle mücadele ettiğimiz şu günlerde girmek istemiyorum fakat meraklısı için kitapta birinci elden bilgiler bulunuyor.

Doğu Türkistanlı kızların berbat bir özenti sonucu Amy Winehouse, erkeklerin ise İbrahim Tatlıses tarzı giyinmelerinden, Kurtlar Vadisi ve Acı Hayat gibi sepelek (yazarın ifadesi) dizileri sormalarından dert yanan M. Levent Kaya, daha önce Moğolistan’da da yaşamış olmasına karşın kış mevsimindeki sert ayazdan da muzdariptir. Buna rağmen sadece kötü haberler vermiyor kendisi. Mesela Göktürk Yazıtlarını, Çin kaynaklarıyla karşılaştırmalı olarak inceleyen Ürümcibay Hoca’dan da bahsediyor. (s.99) Ayrıca Tohtı Amca gibi basiretli ve aklı başında Uygur büyüklerinin de hala oralarda yaşıyor olması bence bir şans. Nasıl ki yazar birçok doğu dili bilmesine ve Sibece’yi öğrenen belki de ilk Türk olma gayretinde bilinçli bir aydın olmasına rağmen sahipsizlik ve maddi desteksizlikten birinci dönem sonunda kaydını yenileyemeyip yurda dönmek zorunda kalıyorsa Doğu Türkistan da zengin yer altı ve yer üstü kaynaklara, kendine yolbaşçı olabilecek büyük kişiliklere ve destansı bir tarihi geçmişe sahip olmasına rağmen Çin diktatörlüğü altında potansiyelini kaybetmek zorunda kalıyor. Belki de İbni Haldun’un belirttiği gibi “Devletler de bireyler gibidir...” önermesi burada da geçerliliğini koruyordur ve hem M. Levent Kaya hem güzel Türkistan hem de biz bu buhrandan çıkıp tekrar ayağa kalkarız. Eser sahibinin yirminci haberdeki serzenişiyle bitirelim: “Bu Türk milleti ne zaman kendine gelecek?” (s.50)

 

Bu yazı Kitap Şuuru intisabıdır. Editörü: Ömer Karabayır. info@kitapsuuru.com