Dünya, belki de son yılların en büyük felaketi ile karşı karşıya. Tüm dünyada dört aydır korona virüsü salgını konuşuluyor. Pandeminin gerçekten önemli bir problem olduğu noktasında galiba herkes hemfikirdir. Ama burada ilgilenmemiz gereken meselelerden birisi bizim olayları algılayışımızla ilgili. Nitekim Covid-19, insanlık tarihinin ne ilk ne de son felaketidir. Her gün yüz binlerce insan öyle ya da böyle vefat etmektedir.
Salgının ortaya çıktığı günlerden itibaren Wuhan şehrinin ismini sık sık duyduk. Son bir aydır ise Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri şehirlerinin adlarını daha fazla anmaya başladık. Bizim burada dikkat çekeceğimiz nokta, aynı hastalık farklı coğrafyalarda farklı tepkilere nasıl yol açtı? Gündem neden bu kadar hızlı kutup değiştirdi?
Hastalığın ortaya çıkışıyla beraber Wuhan kenti yaklaşık bir hafta içinde karantinaya alındı. Hemen daha sonra Wuhan’ın bağlı bulunduğu Hubei eyaleti ve virüsten etkilenen diğer eyaletler hızla karantinaya alındı. Bütün imkânlar bu bölgeye yığıldı. İnsanların fertçe rahatından ziyade toplum sağlığı ön plana alındı. Devlet sıkı tedbirler almak zorundaydı. Çünkü Çin gibi coğrafyası geniş ülkelerde yayılma feci sonuçlara yol açabilirdi. Çin böyle bir politika izlemesine rağmen ABD bunu yapamadı ve bu yüzden vaka sayısı yarım milyonu çoktan aştı. Wuhan kenti için bütün imkânlar seferber edilirken salgının ABD için en ağır tabloda seyrettiği New York’a kimse yardım etmek istemedi. Aynı olaya neden farklı müdahale tarzlarıyla yaklaştılar? Bunun sebebini kültür farkında aramak mümkün mü?
Hsu(1983) bireyciliği kendine güven, rekabet, atılgan, yaratıcılık şeklinde tanımlamaktadır. Virüs dünya çapında insanları tehdit eden bir varlık olabilir. Ancak dünyamızı tehdit eden sadece bu virüs müdür? Hastalık başlı başına bir tehlike olmasına rağmen insanlar da sürecin sonuçlarından en az virüs kadar sorumludur. Bizler her türlü varlığa hoyratça davrandığımız için başımıza bu felaketler geliyor. Nitekim tarih virüsü değil, bizim virüs karşısında nasıl bir tutum izlediğimizi ve nasıl davrandığımızı yazmaktadır. Önemli olan bizim nasıl davrandığımız ve nasıl insanlar olduğumuz sorusuna verdiğimiz cevaba bağlı değil mi: Bencil mi yoksa cömert mi, sabırlı mı yoksa tez canlı mı, düşünceli mi yoksa vurdumduymaz mı?
Ele aldığımız kavramların geniş bir tabana yayılması ve tamamının ele alınamayacak kadar karışık süreçler içermesi kavramları yansıtacak fenotip bulmaya zorunlu hale getiriyor. Ele aldığımız kavramları özele indirgemek için iki farklı fenotipi kullanmak istiyorum. Bireyci kültür fenotipi için ABD, toplulukçu kültür fenotipi için Çin’i betimleyeceğiz.
Boston bu günlerde pandemiyi diğer ABD eyaletlerine kıyasla daha hafif atlatmakta. New York’ta vaka sayısı artışında her geçen gün bir öncesiyle yarışıyor. Hasta sayısının çokluğu karşısında şehirdekiler adeta çaresizlik içerisinde kıvranıyor. Hastaların çokluğu, ölenlerin takibinin yapılamaması ve daha kötüsü kalan hastalar için imkânların yetersizliği insanların üstüne kara bulut gibi çökmüş vaziyette. New York’un yardım istekleri cevapsız kalıyor. Son çağrılardan birisi de Boston’a olmuştu. Boston, New York’un yardım talebini reddetti. Bu gün elindeki yardım malzemelerini New York’a verirse, yarın Boston’da salgın büyürse ve insanlar Boston’a yardım etmezlerse ne olacaktı? New York kusura bakmamalıydı fakat Boston önce kendisini düşünmeliydi. Çünkü liberal felsefenin hüküm sürdüğü bireyci kültürün en büyük fazileti kendini düşünmekti. Bu felsefenin nasıl hüküm sürdüğünü başka örneklerle de göstermek mümkün. Mesela Florida’daki üniversite öğrencilerinin en doğal haklarından biri de eğlenmek, partiler düzenlemekti. Öğrenciler belki partilerde virüs kapacak, ailesine ve çevresine bulaştıracaktı fakat bunlar çok da önemli değildi. Çünkü çevre baskısı yüzünden kendini eve kapatmayacak, en doğal haklarından olan tüketme ve eğlenme ihtiyacını giderince mutlu olacaktı. Çünkü hazcılık ve yapay otoriteyi reddetme, birey olmanın yapı taşlarından birisiydi (Bellah ve ark., 1985). Diğer yandan uyum, kolektif sorumluluk, grup başarısının (Ho & Chiu, 1994) önemli olduğu Çin, Singapur, Hong Kong gibi toplulukçu ülkelerde bu sürecin daha az hasarla atlatılması öngörülüyor. Çünkü toplum dayanışması ve toplumsal hedefler insanları daha fazla kenetlenmeye itmektedir.
Bir olaya karşı savunmacı davranış göstermek insanların temel güdülerinden olsa da nasıl yaptığımız konusunda farklılaşıyoruz. Bireyci kültürlerde süreç daha özerk gelişirken toplulukçu kültürlerde dayanışma fikri ön plana çıkmaktadır. Davranışın kaynağına indiğimizde toplulukçu kültürlerin aile yapısının da bu kenetlenmeyi destekler nitelikte olduğunu görüyoruz. Japonya gibi toplulukçu kültürlerde iç grubun ödüllendirme ve cezalandırma beklentisinin (Yamaguchi, 1994) birey davranışlarında olumsuz bir değişmeyi önleyeceği düşünülmektedir. Aile, yakın arkadaşlar gibi iç gruplardan gelen ödüllerin ve hoş karşılanmayan kötü olaylar karşısında verilen cezaların önemi büyüktür. İnsanlar kendilerinden ziyade iç gruplarını temsil ederler. O yüzden kontrol de toplumun menfaati için yapılacaksa daha kolay olacağı düşünülür. Diğer taraftan bireyin özgürlüğü ve diğerlerinin bireye karışmaması (Janzx, 1991) anlayışının bulunduğu bireyci kültürlerde aile içi çatışmalar baş gösterebilmektedir. Çünkü birey bu zamana kadar kendi huzuru ve mutluluğu için çok bedel ödemiştir. Bunu bozmaya kimsenin hakkı olmayacağını düşünür. Sürecin dünyayı etkisi altına aldığı karantina günlerinde birbirimizle daha fazla temas halindeyiz. Maruz kaldığımız konunun, gerginliği tetiklediği bir ev ortamını hesaba katarsak ister istemez gün içinde aile üyeleri arasında çatışmalar çıkıyor. Birbirimize daha fazla muhtaç olduğumuz şu günlerde yaşanan tartışmalardan ve sürtüşmelerden dolayı keyifler kaçıyor, huzur bozuluyor. Bu istenmeyen süreç bir soruyu zaruri kılıyor: Peki böyle bir çatışmadan kaçmak için ne yapabiliriz?
Böyle bir çatışma ortamını doğuran en önemli etkenlerden birisi meşguliyetsizliktir. Alışık olmadığımız bir beraberlik dönemindeyiz. Aynı insanları hiç olmadığı kadar fazla görüyoruz ve onlara hiç olmadığı kadar fazla tahammül ediyoruz. Evlerimiz önceden uyumak için kullanılırken artık günün yirmi dört saati evdeyiz. Belki de hor kullanmamızın sebebi çok olmasıdır. Oysa zaman insan için gerçekten önemli bir kavramdı. Medeniyetin gelişmesine öncülük eden fikirlerden birisi de zamanı daha etkili kullanmak ve daha hızlı olmaktı. Zaman, koronasız günlere geçmek için daha hızlı tükettiğimiz bir mefhum olarak kalmamalı. İnsanlığımızın yeniden farkına varabileceğimiz süreç netameli de olsa mevcut görünüyor. Krizi fırsata çevirebilmek için bu günlerin önemli olduğunu kabul etmeliyiz.
Ne zaman biteceği belli olmayan karantina günlerinde kendimizi ve çevremizi keşfedebiliriz. Yeni uğraşlar bularak önceden sadece tükettiğimiz günlerin acısını üretimle çıkarabiliriz. Emek vermek, ter dökmek ailemizle bağlarımızı güçlendirecek önemli bir davranış, bir tutum olarak bizleri bekliyor. Üretim çok karmaşık ve zor işlemlerle olduğu gibi çok basit işlemlerle de olabilmektedir. Mesela bir salkım domates, bir fide biber, bir demet maydanoz yetiştirmek için evinizin balkonu uygun bir alan. Siz sadece üretme hevesinde olun. Üretimin keyifli olduğu bir diğer alan yiyecek bir şeyler hazırlamaktır. Bir düşünün. Çok yoğun olduğumuz eski günlerde yemek sadece fizyolojik ihtiyacı giderme vasıtasıydı. Ama şimdi durum çok farklı. Sanat eseri gibi yapılan pasta ve börekler, müzayede tablolarını andıran güzellikteki yemekler ve daha niceleri. İnsanlar tekrardan üretmeye başladılar. Artık insanlar tüketmek için değil üretmek için de ailesinden yardım alıyor. Tahta paletten oturma takımı yapan baba, kızından ve oğlundan yardım alıyor. Elde kalan kumaşlardan elbise diken anne, evlatlarından yardım alıyor. Uzun süredir tüketim çılgınlığı içerisinde olan insan mecburiyetten de olsa üretmeye başladı. Seri üretime karışmadan da eserler meydana getirebileceğimizi anladık. Mesela sanayileşmiş sanata ve edebiyata inat butik eserler vermeye başladık. Kanaviçe, dantel gibi günümüzde demode görülen sanatlar acaba yapabilir miyim sorularıyla tekrardan hayat bulmaya başladı. Bir şeyler yaparken kulağımızda vızıldayan endüstrileşmiş müzikler yerine türkülerimizi ve sanat müziklerimizi dinleme fırsatına sahibiz. Artık sadece tüketmiyor, tükettiğimiz üründen gerçekten keyif alabiliyor muyuz, bir sanat barındırıyor mu, estetik mi gibi sorular da sorabiliyoruz. Aslında uzun zamandır kullanmadığımız ve bu yüzden de hayatımızın monotonlaştığı bir kavramı tozlu raflardan çıkarıyor ve onu ait olduğu yere bağışlıyoruz: Düşünmek.
Tüm bu söylediklerimiz bizlere neleri düşündürüyor kısaca onlara değinmeliyiz. Bireyci kültürlerin insana sunduğu özgürlük, rekabet, yalnızlık, huzur ve hazcılık ( Bellah ve ark., 1985); çoğulculuğun insana sunduğu toplum dayanışması, biz düşüncesi, uyma ve iç grup üyesi olma (Hofstede, 2010) farkına somut olarak şahit olduğumuz günleri yaşıyoruz. Kültürün insan hayatına bu denli nüfuz ettiği bilim insanlarınca bilinse de yöneticiler tarafından es geçilmesi tercih edilen bilgi kaynağı olarak kalıyor. Ama ortada bir gerçek vardır ki pandemi gibi felaket durumlarında toplulukçu kültürlerin, süreci daha kısa zamanda ve daha az zararla atlatması ABD ve Çin istatistiklerinin kıyaslanmasıyla gösterilebilmektedir. Peki, tüm bunlar ne ifade ediyor; dünya değişiyor, biz değişiyor muyuz?
Değişim ve gelişmeler biz unutmaz ve ders alırsak olumlu yönde sonuçlandırabileceğimiz süreçlerdir. Ne yazık ki sadece kendimize odaklanmış vaziyetteyiz ve sadece bu günümüzü düşünüyoruz. “Anı yaşamak, şu an ve şimdi…” Dün ve yarın namına zihnimiz “tabula rasa” rolünü üstleniyor. Hiç kötü şeyler yaşamamışız gibiyiz, hiçbir şey umurumuzda değil. Gerçekliğin, yaşanmışlığın üstünü o kadar çabuk örtüyoruz ki balıklar bile hayret ediyor. Sadece insan ömrü bile unutulmayacak yüzlerce olaya ev sahipliği yapıyor, peki kaçını hatırlıyoruz?
Çin vahşi hayvan pazarlarını tekrar kullanıma sundu. Bütün bu olanların sorumlusu kendi yalancı ve düzenbaz siyasetleri değilmiş gibi hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Kendilerini kurtardılar ya artık insanlık umurlarında değil. Diğer taraftan ABD kendi sorumsuz, düzensiz ve insana değer vermeyen devlet anlayışı yüzünden yüzbinlerce vatandaşını bilinmezliğe terk etti. Kendi hatasını bastırmak için “Chinese virüs” söylemini kullanıyor, en az Çin kadar hatalı olduğu halde acziyetini “yansıtma mekanizmasıyla” saklamaya çalışıyor. Her ikisi de hodbinliklerinin arkasına saklanmış, tarih boyunca yaşadıkları gerçekliğe sadık kalmışlardır. Acı da olsa söylemeliyiz ki iki fenotip de maalesef ne bir değişim ne de bir gelişme vadetmektedir.
Modern psikoloji, kültür kavramını bireyci kültür ve toplulukçu kültür olarak sınıflandırmaktadır. Biz de yazımızda bu terminolojiden yola çıkarak bireyci kültürün kalesi sayılabilecek ABD ile toplulukçu kültürün kalesi sayılabilecek Çin devletini olaya verdiği tepkiler ve duruma bağlı tutumları açısından değerlendirmeye çalıştık. Bütün bu düşünüşlerin üzerine şu soru kendiliğinden gelmektedir: Türk milleti bireyci bir kültüre mi sahiptir yoksa toplulukçu bir kültüre mi? Böylesine zor bir sorunun cevabını vermek cehdinde bulunamayacağımı ilmimin ve tefekkürümün yetersizliği dolayısıyla belirtmek isterim. Fakat bizi anlatmak için bizim içini doldurduğumuz kavramları kullanmanın önemli olduğunu düşünen birisiyim. Modern psikolojinin genel geçer kavramları başta ABD, kıta Avrupası, Japonya ve Çinli bilim insanları tarafından literatüre kazandırılmıştır. Bizi yeterince tanımayan insanların bizi anlatmakta sığ kalan düşünceleriyle bizi anlamaya çalışmanın okyanusta kovayla su doldurmak olduğu kanaatindeyim bilmem katılır mısınız?