Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.
1967 yılında İsrail ile müttefik Arap ülkeleri arasında bir savaş patladı. İsrail, Altı Gün Savaşı diye bilinen bu muharebede, topraklarını altı günde dört katına çıkardı. Soğuk harp yıllarıydı. Nerede hangi çatışma meydana gelse iş dönüp dolaşıp Doğu Bloku- Batı Bloku ve onların liderleri, Sovyetler Birliği – ABD çekişmesine dönerdi. O sırada ABD’de doktoramı yapıyordum ve kaldığım Uluslararası Öğrenci Evi’nde Birleşmiş Milletler Televizyonu’nu izleme imkânımız vardı. Henüz muharebeler, sonradan CNN’de gördüğümüz gibi canlı yayınlanamıyordu. Zaten 1960’larda CNN de yoktu galiba. (Hazreti Google’a baktım; 1980’de kurulmuş.)
Soğuk harpte ABD-Rusya bizden edepliydi
Günler süren o Birleşmiş Milletler müzakerelerinde aklımda iki sahne kaldı. Bunlardan biri Arap delegelerinden birinin bizim Yeşilçam filmlerindekine benzer pozlarla gökyüzüne bakıp -daha doğrusu başını toplantı salonunun tavanına doğru kaldırıp- romantik ve acıklı laflar etmesiydi. Diğeri, ki şimdi asıl odaklanmak istediğim bu davranış, iki baş düşmanın, SSCB ve ABD delegelerinin, birbirine hitap tarzıydı. Birleşmiş Milletler’in ateşkes kararına rağmen İsrail bombardımanı devam ediyordu ve BM gözlemcileri bunu Genel Kurul’a şöyle rapor etmekteydi; “Falan yerleşim birimi üzerinde kimliği belirlenemeyen delta kanatlı bombardıman uçakları…” (Bu arada o ‘Falan’ın harfleri sayılır - Fe, a, le, a, ne) Gayet objektif raporlardır. Harp bölgesinde sesten hızlı bilmem kaç bin metrede uçan uçağın kuyruğundaki bayrak da kolay kolay görülmez zaten.
Rus temsilci söz alır ve konuşur: “Muhterem delegeler, raporda da görüldüğü gibi İsrail kararınıza uymamakta, bombardımana devam etmektedir.”
ABD temsilcisi cevaben söz alır: “Muhterem delegeler, Sovyetler Birliği’nin temsilcisi saygıdeğer meslektaşım, raporda ‘kimliği belirlenemeyen uçaklar’ denmektedir. Uçakların İsrail’e ait olduğu bilinmemektedir.”
Rus, cevap verir: “ABD’nin muhterem temsilcisi saygıdeğer meslektaşıma, bir ara vakit bulduğunda kendi kendini bombalamasını tavsiye ederim. Pek keyif verici bir tecrübe olmayacağını görecektir.”
Yıllar sonra şahit olduğum biri erkek diğeri kadın iki Fransız’ın Paris’teki sokak kavgasında da benzer bir üslup vardı. Gerçi seslerini yükseltiyor ve yüzleri kızararak bağırıyorlardı ama her cümlenin sonunda mutlaka bir saygı hitabı vardı. Karikatür tekniği ile yazarsam, konuşma kutusu şöyleydi: “X@∆∂XX... Mösyö!” ve cevabı, “zz@@∂∆yy… Madam!”
Tartışmanın bir efendicesi bir de külhanbeycesi vardır. Bir edep dairesinde yapılanı bir de edepsizcesi vardır. Ve “Bu da geçer ya hû” hattının kardeşi, “Edep ya hû” vardır, bilir misiniz? Hani “Her ilim makbul imiş, illâ edep, illâ edep.” derler, hiç mi duymadınız?
Cinayet gibi üslup
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veya Paris’teki sokakta bizim iki siyasîmizin tartıştığını düşünün! “Bittin oğlum, sen bittin!”, “Sen çukursun, çukur! Çukur ve terörist!”, “Haddini bil Rus delegesi, haddini bil yoksa hesabını verirsin!”, “Amerikan delegesinin hastalıklı beynindeki cerahat ağzından akıyor, üslubunu düzeltmezse biz düzeltmesini biliriz!”
Böyle bir üslupla Paris sokaklarındaki tartışma gazetelere üçüncü sayfa haberi veya Kanal D’ye saat 19:00 öncesi bülteni olurdu her halde: “Şarjörü boşalttı” veya “on yedi yerinden bıçakladı” diye.
“Çok sert demeç” tuşu
Kim başlattı, ne zaman başlattı o başka bir soru... Fakat bizim siyasî hayatımız artık efendilik yerine külhanbeylik ve edepsizliğin kesin hâkimiyetindedir. Tabi edepsizlik yapan muhatabını bir aşağılamışsa, teşhir ettiği edepsizliğiyle aklıselim sahibi izleyenlerin gözünde kendisi on aşağılanmaktadır.
Bu her biri diğerinden talihsiz beyanat basınımızda “Çok sert demeç” diye yer alıyor. Katiyen orta halli demeç, eh şöyle böyle demeç veya sertçe demeç yok. Mutlaka “çok sert demeç”. Basın buna o kadar alıştı ki, sanki manşet atmak için kullanılan klavyelerin üstünde “çok sert demeç” yazan bir tuş var. Aşınmış, klişe hâline gelmiş, artık bir anlamı kalmamış bu ifadeyi çekinmeden kullanıyorlar. Demeç makul ve edepli de olsa mutlaka çok sert demeç veya cevap veya açıklama diye veriyorlar. Her halde şişe suyu gibi sertlik derecesi bildirilmezse ve hele -şişe suyunun aksine- çok sert değilse okunmaz sanıyorlar.
TV’de sunuculuk ve prodüktörlük yapan bir yakınım bir ara küçük, özel bir televizyonda açık oturum tipi bir programı yönetiyordu. Yayın arasında istasyonun Genel Müdürü yanına geliyor ve tavsiyede bulunuyor: Biraz kavga çıkaramaz mısınız? Reyting bir türlü artmıyor. Olmuş bitmiş olaylar için kavga çıkaramayacağımıza göre “çok sert demeç” manşetiyle yetinelim bari.
Demeçler poşete girmeli
En doğrusu siyasî konuşmalar çocukların uyku saatlerinden sonra yayınlanmalı. Onları basan gazeteler poşete girmeli. Sözler sarf edilirken küçüklerin kulaklarını kapatmak iyi bir tedbirdir. Ağzı bozuk bir siyasî ekrana çıktığı zaman hemen bu tedbirleri alın. Kimin küfredeceği belli zaten.
Fakat herkesin gözü önünde dün hain dediğine bugün kahraman denmesi genel ahlâk açısından gençlere de çok genç olmayanlara da iyi örnek olmuyor. Her birinin birkaç yıl, hatta birkaç ay önce attığı nutukların videoları ortada dolaşıyor. Bilhassa “ondan hesap sormazsam namerdim, onu hesaba çekmezsem şerefsizim.” dedikleri. Bakın başta “çok sert” olmasaydınız, şimdi bu kadar zavallı görünmezdiniz, değil mi?
Aynı üslupsuzluk hem iktidarda ve hem de maalesef muhalefette var. Ağızları kendi partilerinin içindeki tavır farklılıklarına bile son derece aşağı seviyeden açılıyor: Hasta zihinler, kirli idrakler, safralar, çıkar odakları… Allah rızası için siz, ağzınızı bozmadan, efendi gibi eleştiri yapamaz mısınız? İllâ hakaret mi etmelisiniz? Küfürsüz düşünemiyor musunuz? Temiz kelimeleriniz mi yetmiyor?
İktidarı da muhalefeti de böyle olunca yeni yetişenlere ancak yabancıları örnek gösterebileceğiz. Yerli ve millîsi bu kadar işte.
Bir kriz de budur ve yıllardır içindeyiz
Daha vahim olanı bu davranışların siyasette normal olduğu kanaati hâkim. Bu kanaatin yerleşmesi, seviye düşüklüğünden daha tehlikeli. Bu, siyasette edepsizlik normaldir anlayışıdır ve “çalıyor ama çalışıyor” ile birleşince toplumun da sonunu getirir.
Ümidim bir gün milletin edepsizlikten, külhanbeylikten gına getirmesi. Televizyona çıktıklarında çocukları odadan çıkarsam mı acaba diye düşünmeyeceği siyasiler olsun isteyenlerin çoğalması. Ve bir kutlu gün, “ben öyle konuşamam” diyecek, katiyen ağzını bozmayacak, en külhanbeyi muhatabına bile efendice karşılık verecek bir siyasînin çıkması. O önce şaşkınlık, sonra da hayranlık yaratacaktır.
Siyaset yokuş aşağı gittikçe halk da eski yerinde duramıyor. O da şüpheye, paranoyaya, güvensizliğe ve nefrete yuvarlanıyor.
Öyle ya bir yarıya ya çukur ve hain diye bakacak veya bir yarının kendisine öyle baktığını hissedecek. Yolda yürürken karşıdan gelen çukur cinsinden mi terörist cinsinden mi diye düşünerek selam verebilir misiniz? Zaten selam ve tebessüm piyasadan çekileli on yıllar oldu. Yurt dışına çıkanların şimdi ilk gözledikleri fark, o yabancıların birbirine gülümseyip selam vermesi. Türkiye’de nasıl? Erkekler ya göz göze gelmemek için ellerinden geleni yapar yahut çaresiz kalırlarsa “alırım paçanı” ifadesiyle bakar. En felaketi, kadınların ne kadar namuslu olduklarını göstermek için basur sancısı çeker gibi bir yüz ifadesiyle ile dolaşmaları.
Müslümanlık diye bir din var imiş - galiba Finlandiya’da
İslam peygamberine Müslümanlığın en sevdiği tarafı sorulduğunda, “Tanıdığınıza ve tanımadığınıza selam vermek” dememiş miydi? Tevekkeli değil en Müslümanca yaşayan ülkeler sıralamasında Finlandiya başı çekiyor ve bu sıralamanın üst grubunda maalesef bir tek Müslüman ülke yok.
Hayır, efendim, biz birbirimizi sevmeyiz, birbirimizi sevmeyi zul sayarız. Birbirimizden korkarız. Biz birbirimize selam vermeyiz. Bizim ülkümüz, amacımız da aynı değildir. Bir yarımızın baş amacı diğerini yok etmek, ortadan kaldırmak ve tek başımıza her şeye hâkim olmaktır. Çünkü bize göre karşı taraf da tam bunu yapmaya çalışmaktadır. Birlik ve beraberlik çağrısı yaparız yapmasına da o çağrıları tercüme etmeniz gerekir. Tercüme edildiğinde ortaya çıkan gerçek anlam şudur: Hepiniz gelin, teslim olun, ben ne dersem itaat edin, tıpa tıp o dediğimi yapın. Fikir mikir sahibi olmayın. Benim fikrim de benim dinim imanım da hepinize yeter. Susun oturun, ne diyorsam onu yapın, başka türlüsünü aklınızdan bile geçirmeyin. Eğer böyle yaparsanız ve ancak böyle yaparsanız bir ve beraber oluruz; bir oluruz, iri oluruz, diri oluruz! Benim dediklerim etrafında birlik! Bana kayıtsız şartsız itaatte birlik ve beraberlik!
Kötü insan iyi insanı kovar
Aslolan insan yetiştiren insanlardır. İyiler iyi insan yetiştirir. Kötüler de tıpkı kendileri gibi kötü insanları yetiştirebilirler ancak. Ve sonunda kötü insan iyi insanı kovar.
Bu nasıl olur? Bir yer nasıl tek adamın kayıtsız şartsız, fikirsiz ilkesiz hâkimiyetine girer? Bu sorunun cevabını başka bir yerde, “Bitmeyen buluğ çağı: Gavslar ve hakim reisler” yazısında vermiştim. Toplumda büyük bir kesim, ait olmak peşinde. Fikir veya görüş önemli değil, yeter ki bir kalabalık olsun ve onun bir lideri, bir teşkilat, işaretleri olsun. Hele bu mensubiyet yeterince teşhir edildiğinde makam, mevki, para getiriyorsa; körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz... Fikre falan katiyen ihtiyaç yoktur. Zaten fikir düşünceyle birlikte bulunur ve düşünce ‘birlik’in baş düşmanıdır. Fikir yerine slogan yeter ve artar bile.
Peki, o birliğin içinde kendi şahsiyetini, izzeti nefsini ezilmiş bulan çıkmaz mı? Bazı insanlar, siz böyle diyorsunuz ama ben şöyle düşünüyorum demez mi? Der demesine de böyle izzeti nefs, kişilik, değer falan diyenler aşağılanır, itilir. Ve onlar o ortama dayanamaz, o pisliği hazmedemez ve ayrılır. Geriye sadece bunlardan yoksun olanlar kalır.
Bunu suyun serinliğiyle anlatmıştım. Yüzünüze su çarptığınızda serinlersiniz. Hâlbuki o suyun sıcaklığı oda sıcaklığıyla aynıdır. Niçin serinletir? Şundan: Yüzünüzde ince bir tabaka hâlindeki suyun bir kısmı buharlaşır. Su moleküllerinden buharlaşıp gidenler en sıcak olanlarıdır. Geriye soğukları kalır. Baskıcı, demokrasi dışı topluluklarda da kendine saygısı olanlar, yani izzeti nefs sahipleri ayrılır. Geriye şahsiyetsizler kalır.
İşte kötü insan, iyi insanı böyle kovar.