(Bu yazı, Türk’ün ebedi bekâsının tehlikede olduğunun idrâkinde olanlara bir iç dökmesi, göğüs kafesi içinde yürek yerine sadece bir et parçası taşıyan görmedim, duymadım, bilmiyorumcu kimselere sitem niteliğindedir.)
Ben Türk’üm. Ataları bir Kızılelma gayesini gerçek kılmak duasıyla Altaylardan çıkmış Balkan toprağına ulaşmış, geçtiği yollara kendi ruhundan ruh üflemiş eski bir milletin evladıyım. Bağrında Oğuz Kağanları, Bilge Kağanları, Sultan Süleymanları, Abdulazizleri, Mustafa Kemalleri yetiştiren felsefenin son halkasıyım. Bir zamanlar var olduğum Tuna kıyılarını kaybetmenin ateşi hâlâ ruhumu yakarken, yedi düvele meydan okuyup kanımla yoğurduğum, vatan yaptığım son sığınağım Anadolu toprağında can çekişiyorum. Kafamı ne yöne çevirsem gönlüme bir yara daha alıyorum. Sokaklarda bana benzemeyen, benim dilimle konuşmayan, benim değerlerimi bilmeyen, taşımayan, milyonlarca yabancı benim insanımı rahatsız etme cesaretini gösteriyor. Arapça, İngilizce gibi türlü yabancı dilde tabelalar, afişler devlet kurumlarının kapılarını, sokakları, dükkânları işgal ediyor. Adaletsizlik, liyakatsizlik, kul hakkı ve türlü türlü günah mazlumun gözünün içine baka baka, aşikâr işleniyor.
Milletim için gece uyumadım, gündüz oturmadım; az milleti çok, aç milleti tok yaptım diyen idareciler ve idare ahlâkı tarihin tozlu sayfalarında birer efsaneye dönüşürken zalimi daha zalim, zengini daha zengin, aç milleti daha aç hâle getiren bâtılın düzeni, canımdan can verdiğim Türkiye’mde hüküm sürüyor. Kul hakkına girmeden bir meslek sahibi olabilmek için gayret gösteren gençlerin elleri boş kalırken, bir büyüğün(!) çocuğu, yeğeni, bir partinin üyesi olanlar hak etmedikleri vazifelere getiriliyor. Geldiğimiz neticeye bakınca ecdadımın hatırasına yapılan bütün bu saygısızlıklardan da öte benim canımı sessiz kalmaya yemin etmiş, gördüğü halde konuşmayan, konuşsa da amel etmeyen, bu devran böyle gider diyen insanlar yakıyor. Bu Türk milletinin vâroluş mücadelesidir, çığlıklarımı işitmiyor musunuz? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır, bilmiyor musunuz? Bu devran böyle gitmez, gitmemeli; siz yoksa hesap gününde sustuklarımızdan da sorumlu olduğumuza inanmıyor musunuz?
Biz ‘İl gider, töre kalır.’ diyen millettik, hani töremiz nerede? Yaşadığımız bu kahrolası çağda, başkasına benzemek hevesiyle töreyi mi unuttuk? Yoksa töreyi unutan milletin başına neler geldiğini mi unuttuk? Öyleyse hatırlatalım! Biz töreyi unuttuğumuzda devletimizden olduk. Biz töreyi unuttuğumuz zaman bir başka milletin eline esir düştük; yiğitlerimiz köle, kızlarımız cariye oldu. Biz töreyi unuttuğumuzda Tanrı bizden yüz çevirdi. Devlet ki ne zaman milleti için vâr olduğunu unuttu yıkılmaya mahkûm oldu. Devlet ki ne zaman milletine zulüm etmeye başladı işte o zaman Kut’unu kaybetti. Devlet ki ne zaman ayarı bozuk terazi ile adalet dağıtmaya başladı işte o zaman… Millet ki ne zaman adaletsizliğe, zulme ses çıkarmaktan vazgeçti işte o zaman Tanrı yardım elini o insanların üzerinden çekti.
Bu sessizliğin artık sonu gelmeli. Haksızlığa karşı Hakk’ı, zulme karşı mazlumu savunan Türkler, kendi kaderlerini çizecek kalemi yeniden eline almalı. Bütün bir cihâna meydan okutan o kudretin, damarımızda dolaşan o asil kanın zekâtını artık vermeli. Yezid soylulara karşı koyacak kılıç hepimizin başucunda asılı; görmek istemediğimiz hakikâtleri görmek için başımızı yerden kaldırıp bakarsak hepimiz onu fark edeceğiz. Vakit Zülfikâr’ı kuşanmanın vaktidir, vakit yiğitlerin şahı Ali olma vaktidir. Vakit Ali’nin yüreği ile zulme kılıç vurma vaktidir.
Ey Türk, titre ve kendine dön!